Translate

23 Ekim 2016 Pazar

Paltolu Konak'tan Kedili Konak'a

Gerze, bir balıkçı kasabası olduğu için kedisi de fazladır. Yangın evinde yaşadığımız yıllarda komşumuz Osman Amca'nın on kedisi bizi fazlasıyla bunaltmıştı, zaten kedilere fazla yakın olmayan günlük yaşantımız, kedileri mutfak camının önünden, bahçeden kovalamakla geçti. 

100 yıllık bu ahşap konağa taşınınca Yağız'ın fare ihtimaline karşı kedi önerisi üzerine İsis ile tanıştık. Bensu soğuk bir kış günü kucağında yavru bir kedi ile konağın tokmağını çalmıştı.


İsis'in konaktaki ilk anları, yemekten sonra güzel bir uyku

Kedileri bu kadar kısa bir sürede sevebileceğimiz hiç aklımıza gelmezdi. İsis, dış dünyayı pek bilmezdi, bu bilgisizliğinin de kurbanı oldu ve bizi kısacık yaşamı, hazin ölümü ile kahretti.

İsis'in acısı daha çok tazeyken bir sabah Ankara'dan sabahın 04.00'ünde geldiğimde Yalçın'ı koynunda bir kedi ile uyur buldum, İsis zannedip çok sevinmiştim, o olmadığını anlayınca da kediye düşman oldum. Adını da daha ilk günden Çirkin koydum. Çirkin ilk günden kendini konağın kapsının önünde buldu. Bilmediğimiz bir şey vardı; Çirkin'in çok zeki bir kedi olduğu. Kapının, camın önünde günlerce, gecelerce, aylarca konuştu. Kapının tokmağına asılıp gecelerce konağın kapısını çaldı. Dayanabiliyorsan dayan...

En son konağın önündeki ağaçlara tırmanıp ikinci katın camından içeriye girince pes ettim. Çirkin artık konağın kedisiydi. Bir de o günlerde kapıya gelen veya bırakılan küçük kediye de kıyamadık. Konağın kapısında cılız sesiyle miyavlayan, pofuduk tüylü, bilge bakışlı Sarnıç.


Bilge, mavi bakışlar...

 Konakta iki kedimiz oldu biri dişi kedi Çirkin,  diğeri erkek kedi Sarnıç. İlk kış Çirkin kızansadı ve dört yavru yaptı. 


Meraklı bakışlarla dört yavrumuz...

Sonrasındadır ki konağın adı Kedili Konak'a çıktı. Konak, ilkokul öğrencilerinin geçiş güzargahında. Konağın pencerelerinde, kapısının önünde, bahçede kedileri gören, kedileri seven ilkokul öğrencilerinin yarattığı efsanelerle konak kendi kimliğini oluşturmaya başladı.


Konağın dışındann Sarnıç'ın bu hallerini gören ilkokul öğrencileri

* Bu konağın sahibi kocaman bir kediymiş.
* Bu ailenin çocuğu olmuyormuş o yüzden çok kedileri varmış.
* Bu konak kedi hastanesiymiş. 

gibi çocuk söylentileri, içeride bizi bir hayli eğlendiriyordu. Dışarıya çıkamayan Sarnıç daha doğrusu İsis'in akıbetine benzemesin diye dışarı salmadığımız Sarnıç da ikinci katın camından mahalleyi eğlendiriyordu. Pencereye çıkıp beni hapsettiler dercesine mahalleyi ayağa kaldırıyor, yoldan geçenlere laf atıp onlardan kendini kurtarmaları için yardım istiyordu en sonunda yardım çağrılarından bıktı sanırım, sonrasında bir zamanların "Bizimkiler" dizisinin Cemil karakterine büründü. Pencerede, bir pati aşağıda, sarkık patisinde bir bira şişesi eksik ve "Koş Çirkin!" der gibi mahalledeki hareketliliği izlemeye başladı.


Bizimkiler dizisinin Cemil'i

Konak'ın Cemil'i, bir gece mahalleyi izlerken

Sarnıç'ın ikinci katın penceresinden farklı farklı pozları, Çirkin'in doğurganlığıyla konağı saran yavru kedilerin hareketliliği konağı ele geçirmek üzere. Çirkin ilk yavruları sütten keser kesmez onaylamamıza rağmen kısırlaştıracaktık ki Sarnıç da kızansayınca ilk yavrusu Sarnıç'tan olmak üzere Çirkin tekrar hamile kaldı. 

Biz kafayı yemek üzereyiz, iki yavru kediyi yuvalandırdık. İkisi kaldı ve en az dört yavru daha gelecek düşüncesi bizi çıldırtıyordu. Çirkin tekrar doğum yaptı, beş yavru doğurdu. Evde kalan iki kız kardeşi de konağın bahçesine, doğaya saldık.


İki kız kardeş Jin ve Jiyan'ın evdeki son günü


Çirkin ikinci doğumundan beş yavrusunu emzirirken

Evin içinde yedi, bahçede iki tane olmak üzere dokuz tane kedi ile günlük yaşamımızı sürdürmeye çalıştık bir süre. Bazen yük olarak görüyorduk bazen de hep birlikte sevgi yumağı oluyorduk.


Bensu'nun kucağında bir demet kedi


Delice Zeytin
 Yavrular arasında tek dişi kedi olup aynı zamanda en cesur olmasından, Sarnıç'la karşılaştığında ona kafa tutmasından adını "Delice Zeytin" koyduk.

Delice Zeytin için Delice Zeytin dinlemeye:

https://www.youtube.com/watch?v=YZBJ6hrHRQE


Bensu için yaptığımız veda gecesinde yavruların Bensu ile vedalaşması

Ev tam bir kurt, kuzu, ot hikayesine dönmüştü. Sarnıç üst kattaydı, alt kata salmıyorduk, yavruları boğmasın diye, iki kız kardeş Jin ve Jiyan'ı içeri sokmuyorduk yavrulara zarar vermesin diye. Çirkin yavruların odasına girip emzirip sıkılıp çıkmak istiyordu, yavrular da annesinin peşinden odadan çıkmak istiyordu. Yani çocukların efsanesi gerçek oluyordu. Bu gidişle paltolarımızı alıp konaktan çıkacaktık ve konağı kedilere bırakacaktık.  

Bensu'yu Van'a uğurladığımız gün Jin ve Jiyan da bahçeden kayboldu. Başlarına bir şey gelse haberimiz olurdu, ikisi birlikte karar verip de birlikte çekip gidemezlerdi. Tatilin son günüydü, muhtemelen tatilciler veya köylüler alıp götürmüşlerdi. Evdeki kedi sayısı yediye düştü. Öğrencilerime evdeki yavru kedilerimizi yuvalandırmak istediğimi söylediğimde bir öğrencim gelip iki yavruyu aldı, daha önceden birçok kediye bakmış olmasından gönül rahatlığıyla verdik.


Delice Zeytin ve sarı beneklilerden biri öğrencimde şimdi

Beş kedimiz kaldı.

Bir gece de iki kediyi kafese koyup Ankara otobüsüyle bir şehir macerasına atıldık. Pet shoplar ilk mamalarını ve araç gereçlerini kendilerinden alma koşuluyla kedileri sahiplendiriyormuş. Onları pet shopta kafese koyup dolmuşa bindiğimde ağlıyordum. Balıkların, tavşanların, köpeklerin, kuşların arasında yuvalarını bekliyorlardı.


Şaşkınlar

Evde çekirdek bir aile kaldı. Baba Sarnıç, anne Çirkin ve oğul. Sarnıç, oğlunu bilmiyor hatta gördüğünde felaket gıcık oluyor. Anne ile oğul mutlu. Anneyi de kısırlaştırdık ama ben hala rüyamda konağın yavru kedilerle işgal edildiğini görüyorum ve Çirkin'i kısırlaştırdığımızı hatırlayınca rahatlıyorum.


Babanın olmadığı bir mutlu aile tablosu fotoğrafı

  Sait Faik'in "Sarnıç" öyküsünü babaya ad töreni ile vermiştik, o gün ad törenini hiç önemsememiş etrafta oynamıştı.  Oğula da yine Sait Faik'ten  bir ad koymak istedik ve "Mahalle Kahvesi"adını verdik. Mahalle Kahvesi'ne de bir ad töreni yaptık.


Mahalle Kahvesi'nin ad töreninden, adının hikayesini dinlerken uyuyakaldı

Mahalle Kahvesi

Yazın bu küçük mahalle kahvesinin bahçesine sık sık gittiğim için, karayelin, tipinin çılgınca savrulduğu akşam, içeriye girdiğim zaman yadırganmadım. Kahve, sapa bir yerdeydi. Yapraklarını dökmüş iki söğüt ağacı ile üzerinde hala üç dört kuru yaprak sallanan bir asmayı kar öyle işlemişti ki, bahar akşamları, yaz geceleri pek sevimli olan bahçenin mora kaçan beyaz bir ışıkla dibinden aydınlık haldeki güzelliğine, girerken şöyle bir göz attığım halde, camın kenarına yerleşip de buğuları silince uzun zaman daldım, hem sevdalandım. Bu mor ışık o kadar çabuk koyulaştı ki, kahve daha ışıkları bile yakmamıştı. İnce belli çay bardaklarının en güzelini önüme bırakıp giden kahveci:
– Kışın da güzel değil mi, bahçe? -dedi.
Bahçedeki mavi boyalı kasımpatlarının üzerine birikmiş karları gösterdi.
– Morukların söylenmeyeceğini bilsem, ışıkları daha yakmazdım ya -dedi-, neredeyse homurdanmaya başlarlar.
Kahve, ışıklarını yakınca dışarıdaki karın ışığı söndü. İçeriye göz attım. Sekiz kişi ya var, ya yoktu. Küçük kapağının içinden alevler atarak yanan sac sobanın sağ tarafının neredeyse kıpkırmızı kızaracağını biliyor, bekliyordum. Yanımda tavla oynayanlar vardı. Bir zaman onlara daldım. Ara sıra camı silerek alnımı camlara yapıştırıp dışarıyı seyrettim.
Evimden çıkınca ortalığın sessizliğini, bu sessizliğe lapa lapa kar yağdığını  görmüş, yürümek hevesine kapılmış, ana caddeleri, arkadaş tesadüflerini malum kalabalık yolları bırakmış, karın daha tez, daha temiz biriktiği, insanların az geçtiği bir semte gitmek üzere tenha tramvaya atlamış, buraya gelmiştim. Ama ben gelirken yarım saat içinde hava değişmiş, karayel kudurmuş, lapa lapa yağan kar, küçücük küçücük soğuk darı taneleri halinde kaynaşmaya başlamıştı.
Kahveciye;
– Bugünkü gazete var mı?- diye sordum.
Elime bir gazete tutuşturdu. Bir taraftan kafamdaki hadiselere dalmağa çalışıyor, öte yandan kahveyi dinliyordum. Maişet derdi münakaşalarından öte insanlar bir şey konuşmuyorlardı. Bir ara kahvenin kapısı rüzgarla, bir adamla beraber açılıyor, avuçlarını üfleyerek o adam içeriye dalıyor, sobanın önünde karnını, göbeğini, göğsünü dizine iyice ısıttıktan sonra bir tarafa ilişiyor, ya kendi kendine hülyaya dalıyor, yahut da bir tavla partisinin iki kişilik eğlencesine, oyuncuların itirazına rağmen bir üçüncü olarak katılıyordu.
Sedirde oturan ihtiyarların yanına da orta yaşlı, ciddi adamlar gelip oturdu. Benden uzakta idiler. Ne konuştuklarını duyamıyordum, ama yüzlerinde hüzünlü bir şeyler vardı. Uzun uzun susuyorlardı. Artık epey bir zamandır kahveye insan gelmediğini farkettim. Küçücük yuvarlak saat, kahveciden yana dönük olduğu için, saatin kaç olduğunu kestiremiyorum. Epey bir zaman geçti. Birçok insanlar gitti. Kahveci, nihayet saatini benden yana çevirdi. Onbuçuktu. Öyle bir uyuşukluk içinde idim ki kalkıp gidemiyordum. Gitmek ister gibi kımıldandığımı sezen kahveci;
– Eviniz yakınsa acele etmeyin –dedi–. Biz, bire kadar açığız. Buradan iyi yer mi bulacaksınız?
– Ya? –dedim–. Bana bir çay daha yap öyleyse... Bir dilim de limon.
Tam bu sırada içeriye birisi girdi. Kaşına, kirpiğine kar dolmuş, üstüne beyaz bir ceket giymişti sanki. Gelen adam sobaya doğru yürüdü. Üstünü başını süpürdü. Bir sandalyeye çöktü. Genç, çok genç bir adamdı. Yüzündeki karlar eriyince beyaz, yuvarlak bir yüz meydana çıkmıştı.
Kahvede o gelmeden evvel konuşmalar oluyorken, o girince herkes susmuştu. Kenarda tavla oynayanlar da tavlalarını şakırdı ile kapatıp çıkıp gititikten sonra bu sükut büsbütün arttı, uzadı.
Genç adama baktım. Bir sandalyenin üzerinde oturmuş, önüne bakıyordu. İhtiyarlar sakin, ciddi, adeta haindiler. Kahveci, başını iki eli arasına almış, kahve ocağında oturuyordu. On dakika bir mecliste insanların susması korkunç bir şeydir. Dehşetli sükut uzuyordu.
Genç adam ayak ayak üstüne atıyor, sonra ayağını değiştiriyor, bir türlü oturduğu yerde rahat edemiyordu. Belinden yukarısı, imtihan olan bir talebeyi andırıyor, korkak korkak bakıyor, ayakları ise imtihan ehyeti masa altından ayak ayak üstüne attığını göreceklermiş korkusu içinde gibi, bir inip bir kalkıyordu. Ayağının birisine altında kırmızı kırmızı yamalar sallanan bir lastik artığı geçirmiş, bunu iple de bağlamıştı. Ötekisinde, torik ağzı gibi açılmış altından hala ızgaraları sallanan bir futbol ayakkabı eskisi vardı.
Kahvedeki sessizlik uzadıkça uzuyordu. Şaşırmıştım. Neredeyse birinin , ya;
– Şeytan geçti!
Yahut da;
– Kız doğdu!
Diyeceğini bekliyordum. Hepimiz gülüşecektik...
Hala kimse bir şey söylemiyordu. Tekrar gözüm yeni gelen adama ilişti. Yüzünü değil, geniş alnını görüyordum. Kırışıksız, manasızdı. Üstünde ceket yoktu. Yalnız, siyah çizgili beyazbir mintan vardı. Kirli beyaz renkli bol bir kazağa bürünmüştü. Kazağın ön zaviyesini bir çengel iğne ile tutturmuştu.
Meraklanmış, şaşırmıştım. Bir hareket bile yapamıyordum.
Bu sırada kahvenin kapısı açıldı. İçeriye bir adam girdi. İhtiyarlara doğru yürüdü;
– Sizi çağırıyor ,dedi–. Aklı yerinde ama, sabaha çıkamayacağına kalıbımı basarım. Ara sıra fena dalıyor. Seni istedi Ali Ağa. Seni de Mahmut Çavuş. İstersen sen de gel Hasan. Seni çok severdi.
Oturan üç kişi ayağa kalktılar. Soba kenarında oturana en küçük bir göz atmadan, ama ona dik dik bakarmış gibi bir halde geçip gittiler. Sanki gözlerini mahsus ondan çeviriyorlardı. Genç adam, büyük gözlerini açmış, gidenlere yalvarır gibi bakıyordu.
Kahveci, yeni gelene hala bir çay olsun getirmiyordu. Az sonra yerinden kalktı. Önümdeki fincanı kaldırırken;
– Şu zavallıya da, benden bir çay yap – dedim.
Bana, yalnız gözkapaklarını kaldırıp indirerek bir tuhaf baktı. Çayı getirmeye gittiğini sandım.
Önünden geçerken çocuk birden ayağa kalktı. Kahvecinin önüne dikilmişti. Kahveci farkında değilmiş gibi yana dönerek uzaklaşırken;
– Babam, değil mi? –dedi–. Ölüyormuş değil mi?
Kahveci susuyordu. Bu hain, kötü, acı bir sükuttu. Sonra, sanki buzlar erimiş gibi oldu. Ama cevap yine benim için manasız, çocuk için de acı idi:
– Senin baban değil o.
Genç adam bir şey söylemedi. Bir şeye karar vermiş gibi hızla yürüdü. Kapıyı bir türlü açmıyordu.
Kahveci:
– Sakın eve gideyim deme. Kapıda teyzenin oğlu bekliyor, gebertir seni!
Çocuk düşündü. Bütün kararları uçmuştu. Yüzünde iradesiz hatlar belirdi. Kendisini içeriye iten rüzgarı deler gibi gitti.
Bir zaman bir şey soramadım. Kahvecinin arkası bana dönüktü. Gürültü ile birşeyler yıkıyordu. Yüzünü benden yana döndürmesini bekledim. Ama bir türlü işini bitiremiyordu. Nihayet döndü.
Ben:
– Nedir bu Allah aşkına?– dedim.
Belindeki önlüğü çıkarmağa uğraşıyor, cevap arıyor gibi, düşünüyordu.
Kapı açıldı. Bir ihtiyarla beraber deminki adam girdi. Daha kapıdan girerken;
– Ruhunu teslim etti –dedi–. Öteki savuştu mu?
Kahveci, elleri önlüğünün arkadaki bağlarında, donmuş gibiydi. Onu çözeceğine, tekrar bağladı. Masama doğru geldi. Sanki bana açıklaması lazımmış gibi;
– Arabacı Kamil Ağa – dedi–, öldü de... O deminki it, oğlu idi. Kız kardeşini kötü yola sürükledi diye babası reddetmişti:
Sonra öteki adamlara döndü:
– Namussuzum –dedi–, pişmanlığından değil, miras vururum diyedir.
İhtiyarlardan biri, bu söze taraftar olmadığını gösteren bir yüzle;
– Pişman olsa da affedilemez o! –dedi.
Ben dudaklarımın ucuna gelen bir suali nasıl sorduğumu, niçin sorduğumu bilmiyorum. Bu tesiri yapacağımı hiç düşünmeden budalaca sordum:
– Kız ne oldu?
Tuhaf bir şey oldu. Birbirlerine bakmadan, halleriyle bakar gibi yaptılar. Ses sada çıkmadı. Deminki sükutun bir başka türlüsü içine düştük.
Hatta gözlerle değil ama, sükutta ve sükutun hareketsizliğinde;
– Bunu niye sordun?
– Ne lüzumu vardı?
– Başka soracak şey yok muydu?
– Ne de meraklı imişsin!..
Diyen bir hal vardı.
Kimse cevap vermedi, parayı masanın üzerine bıraktım. Kahveciye baktım. Başı önünde düşünüyordu. Sapsarı idi. Elleri hala önlüğünün bağlarını çözmeğe çalışıyordu. Kapıyı açtım. Çekip gittim. Kızın ne olduğunu öğrenemedim ama, onu kahvecinin kötü hayattan çekip aldığını mı anladım nedir?

                                                                                                                       Sait Faik