Translate

27 Aralık 2015 Pazar

BİR HETEROTOPYA MEKÂNI OLARAK; PALTOLU KONAK



Paltolu Konak'a taşınalı bir yıl oldu. Geçen yıl bugün konakta yaşamaya başladığımız ilk gündü. Heyecanımız hiç eksilmedi. Ahşap merdivenleri, gömme dolapları, ocaklıkları, pencereleri, devasal kapısı, yürüdükçe tıkırdayan sofa tahtalarıyla varlığımızın yuvası...


Neredeyse yaşadığımız gezegenin tüm coğrafyalarına sirayet eden ve sirayet ettikçe her şeyi tek tipleştiren, yaşam alanlarımızı betonlaştıran kapitalizm ve  kapitalizmin zanaatkârlığı öldürerek  fabrikasyon üretimi metalarının her yanımızı kuşattığı günümüze inat bu konaktayız.


İnsanların konağın dış görünüşündeki ürkütücülüğe bakıp da bizi aşağılayan bakışlarla süzmeleri ve deli etiketini yapıştırmaları bir yıllık süre içinde kanıksadıklarımızdan oldu.


Kapitalist anlayışın; insanı doğaya ve kendine yabancılaştıran, insanı yozlaştıran çeperi hiç kabul edemediklerimizdendi, hep uzak durmaya çalıştık.


Bugün Michel Foucault okurken alternatif mekânları tanımladığı "heterotopya" kavramının aslında Paltolu Konak için çok uygun olduğunu düşündüm. Biraz akademik olacak ama kısaca şöyle tanımlar:


 Heterotopya; iktidar tarafından ele geçirilmiş bütün mekânların dışında olan, insan hayal gücünü hapseden norm ve yapıların dünyasından kaçmak; başkalığın ve ötekinin yeşertilebildiği mekânlardır.

Foucault, bu kavramla iktidarın kurduğu mekân ve dolayısıyla yine bu mekânın aracılığıyla kurulan özneye dair süreçlerin eleştirisini yapar. İktidarın her yanı kuşatan tavrına bir ‘eleştiri mekânı’ olarak ele alır. Foucault’a göre eleştirel mekânsal pratikler, hem gündelik yaşam aktivitelerini hem de küresel kapitalizmin egemen toplumsal düzenine karşı direnişi içeren yaratıcı pratiklerin tanımlanmasına hizmet eder. Foucault, heterotopya kavramıyla tek bir gerçek mekânda yaşayan birçok zamanı ve mekânı kast eder.

Bizler de bu konakta birçok farklı mekânı ve zamanı iç içe geçmiş bir şekilde yaşama şansına sahibiz.
Ermeni veya Rum -kesin bilgiye henüz ulaşamadık- ustaların ellerinden çıkmış bir sanat eseri.

Sema Hoca'mın Paltolu Konak ile ilgili söylediği sözler de bizim hissiyatımız gibi:

"Hardy en basit taş bir binanın bile 100 yıl ayakta kaldıktan sonra bir sanat eserine dönüşeceğinden bahseder. Oysa insan ömrü bir sanat eseri olmaya yetmez. Günümüz koşullarında en az bir 100 yıl daha, içinde yaşayan insanların duygularına, kahkalarına, gözyaşlarına, korkularına ve umutlarına barınaklık edecek bir eser oluşturmak için gösterdiğiniz çaba çok mutluluk verici. "

Biz de mutluyuz ve huzurluyuz.

Yalçın için yaptığımız yeni oda


Odadaki ocaklık/şömine

Gömme dolaplar

Eskinin günlük yaşamında banyo imiş şimdi gömme dolap

Yalçın'ın yaptığı kitaplık

Eski ceviz dolabın çekmecesinden küçük bir kitaplık


Yalçın'ın doğa yürüyüşünde bulduğu kara çalı

mengeneden asma çiçeklik

Tavana uzanan kitaplık

Bu sonbaharda boyadığımız, düzenlediğimiz bu odanın yanında bir de salonu düzenledik. Boyamak istemedik, duvarlar eski dokusunda kalsın istedik. Harabe salonumuzdan görüntüler:


Yağışların gelmesiyle solona kaldırdığım bisikletim


Soğukların gelmesiyle bahçeden salona taşıdığımız çiçekler

Yalçın'ın yine kendisinin yaptığı kitaplığı


Yalçın'ın karton bardaklara ektiği fıstık çamları

Yalçın elinde fısfıslı bir sulama şişesi her gün salondaki çiçekleri sulamakta. Fıs fıs, fıs fıs, fıs fıs...


Bu yaz Budapeşte'de gittiğimiz Szimpla Kert adlı ruin (harabe bar) konağa farklı bir ruh katmak için
ilhamımız oldu.  Szimpla Kert'e harabe bina olarak işgal edilmiş ve dekorasyonunu da atık malzemelerden yapmışlar. 



Bina hiç boyanmamış, dokusu eskiye ait, eşyalar da atık malzemeler




Karidorları




atık malzemleri kombine etmişler




Sevdiğim bir köşe




Etrafa yerleştirilen envai çeşit atık malzeme




İtiraf etmeliyim ki salona koyduğum bisikletim bu mekandan kopya çekildi




Paltolu Konak'ta  kapitalizmin "öteki" olarak tanımladığı canlılarla nice yıllara...












29 Kasım 2015 Pazar

İsis'ten Sarnıç'a

İsis'in yokluğuna alışmak çok zor oldu. Tatil dönüşü, bahçede doğum yapmış bir anne kedi ve dört yavrusu bizi karşıladı. 4 yavru kedi Hitler, Benekli, Karagöz, Camgöz biraz olsun tesellimiz oldu. Ama hiçbiri İsis kadar sevimli değildi.


Arkadaki; saçı ve bıyığından dolayı, Hitler, Benekli ve Karagöz, Camgöz her zamanki gibi dünyanın keşfinde..

 Sonra Çirkin girdi yaşantımıza, konağa almak istemedikçe evin önündeki ağaçlara tırmanıp 2. kattan konağa girdi, dışarı attıkça konağın kapısının tokmağına asılıp ısrarla tokmağı çaldı. Kısa bir süre konakta yaşamayı başarsa da ceza olarak yine dışardaydı.

Gece Yalçın çiçek ekerken, Çirkin ve Karagöz'ün keyfi

Sonra seçimden bir gece önce tam da seçim görevlerimiz için hazırlık yaptığımız bir sırada, umutlu olduğumuz sırada, konağın kapısının önünde içli, küçük, acı bir miyavlama sesi, küçücük bir kedi, her yanı hamsi suyu ve kokusu. Seçimlere beslediğimiz umutla adını "Hişt! Hişt!" koyduk Sait Faik'ten.


Hişt Hişt'imiz


Yaşlı ve bilge bakışlı mavi gözler


Konaktaki ilk gecesi

...

Nereden gelirse gelsin; dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin!... Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları…. 

_ Hişt hişt ! 

_ Hişt hişt ! 
_ Hişt hişt ! 


Bir sonraki günden sonra uzun bir süre Hişt! Hişt! diyemedik ve Hişt! Hişt! sesini duyamadık.

Şimdi İsis'ten sonra konağın şımarığı Sarnıç. Yine Sait Faik'ten 


şimdilerde büyüdü, gözlerinin mavisi de yeşile döndü


sıcacık sobanın yanında keyifte Sarnıç


SARNIÇ
Dağın eteğine beyaz minareleriyle sarılmış bu şehrin lisesi, zaman geçtikçe daha canlı, daha berrak hatıralarla bize döner, bizi tekrardan içine alırdı. Biz, herhangi bir sınıftık. Herhangi bir son sınıf olduk… Ön avlusu, aynı zamanda burunları, kolları kırık heykellerle süslü bir müze bahçesi, ancak son sınıf talebeleriyle muallimlerin gezindiği bir yer olan liseyi, bir gün ardımıza dönüp bakmadan başkalarına bıraktık. Bir daha buraya ömrümüzün sonuna kadar talebe olarak giremeyeceğimizi bile bile. Bu müthiş bir şeydi! Biz ne kadar seviniyorduk!.. Sanıyorduk ki, mütemadiyen bir güzel şeyi geride bırakacak, bir daha ona sürünemeyecek, onun içine giremeyecek, bir anı bir daha yaşayamayacaktık. Önümüzde hayat… Her gün bir başka uykuya yatıp bir başka rüya göreceğiz. Halbuki zaman, ağır ağır bizimle beraber akan nehir, bir göle varıyordu. Bu gölde artık biz akmıyor, dalgalanıyorduk. Yahut bana öyle geliyordu. Çoğumuz evlenmiştik. Birbirimizi liseden beri bırakmayan dört arkadaş hepimiz birer kız almıştık. Aynı mahallede oturuyorduk, aynı yolları tepiyor, evimize varıyor; aynı kadını her akşam daha fazla sevmeye çalışıyorduk. Aynı mezarlık karşımızda idi. Seneler böyle geçtiği halde aynı sarışın, esmer, ayakları çıplak çocuklar hiç büyümeden aynı servi ağaçlarına tırmanmaya çalışıyorlar, aynı ölülerin taşları arkasında saklambaç oynuyorlardı. Birdenbire her şeyin bir saniyede duruverdiğini görmüştük. Daireden evimize, ticarethanemizden fakirhanemize iki arkadaş döndüğümüz günlerde bir mahalle mescidindeki iptidai mektebini, bahçesinde bir Roma belediye reisinin burunsuz heykeli dikili lisemizi, İstanbul’u, darülfünunu, bir iki darülmuallimat kızını hatırlar ve bu kadar süratle geçmiş bir zamanın hesabını tutardık. Arkadaşım: — Hatırlar mısın? derdi. İptidai mektebimiz Kirazlı Mescit’ti. Bir gün Şeker Hoca derste idi. Bizim Şükrü, minareye sabahleyin kimse görmeden çıkmış, paldır küldür iki teneke devirmişti. Hoca ile beraber sokağa nasıl fırladığımızı hatırlamaz mısın? — Hatırlamaz olur muyum? Hatırlamaz olur muyum? — Şeker Hoca mektebin karşısına dikilmiş, biz arkasında… O bir şeyler mırıldanır, sureler okurken birden Şükrü, mektep kapısında, elinde tenekeler gözüküvermişti. –Ya! Ya! Ama iyi adamdı!.. Şükrü’ye ceza bile vermemişti. Saçlarını çeker gibi okşamış, “Yaramaz,” demişti, “bir daha yapma emi! Bizi korkuttun.” Bu sözlere ikimizin de gözü yaşarırdı. Niçin? Sanki o günler şimdiki kadar güzel miydi? Acaba o günler de bugünküler kadar durgun değil miydi? Her gün, her saat aynı hocayı görmez miydik? Senelerce aynı mektebin eşiğini aşındırmamış mı idik? Aynı mahalle imamının sesini, minareden, aynı saatlerde duymaz mıydık? Evimizin arkasında bir türbe vardı. İçerde kandil yanar, yeşil sandukaların içinde kocaman, minare boylu ölüler yatardı. Ölülerin kocaman kavukları vardı. Bir odanın içinde karı-koca yatarlardı. Ve bir kandili her akşam beyaz sarıklı bir ihtiyar yakardı. Kış geceleri dar sokaklar birbirine yapışır, bir ölü aydınlık sokaklara iner; yalnız türbenin içinden ılık bir ahret ve sakin ölüm havası eserdi. Sokaklarda çıt yoktu. Sonra birdenbire insanlar yatsıdan dönerlerdi. Keskin bir öksürük sesi duyardık. Kulak verirdik. Karları bir lastik ezer; odada beyaz başörtülü, rastıklı bir taze bir sakız patlatırdı. Benim bir ablam vardı… Davut’un bir büyük ağabeyi vardı. Biz Davut ile beraber ağabeyinin bizim evin erik ağacında saatlerce beklediğini, karın üzerine iki karış yağdığını, ders çalıştığımız odada ışığı söndürerek, birbirimize sokularak, nefes almadan rüya görür ve hiçbir şey anlamaz, birçok şeyler sezer gibi seyretmemiş miydik? O Davut kimdi? Kimin çocuğu idi? Niçin onu hatırladıkça içimde bir şeylerin sökülüp koptuğunu, başımın birdenbire dönüp bir müddet sustuğunu duyuyorum. Bu Davut kimdi? Kaçıncı sınıfta iptidaiyi bıraktı? Üzerine iki karış kar yağan delikanlı, acaba ablamı Davut’un söylediği gibi hakikaten öptü mü? Ablamın duru beyaz yanaklarını bu elleri, kafası, saçları ve ensesi büyük delikanlının, beyaz köklü kocaman dişleri gözüken ince dudaklı, geniş ağzı tükrükledi mi? Sonra benim o duru beyaz renkli, iki kaşı birbirine değen etli dudaklı ablam ne oldu? Bu şimdi bazan evinin önünden geçtikçe uğradığım kocaman memeli bir hâkim karısı olan kadın, benim uzun ve kardan bacaklı ablam mıdır? Harp zamanında idik… Anam bir sabah ekmeğin üstüne belli belirsiz tereyağ sürmüştü. Bütün ömrümce bol tereyağlar sürülmüş ekmek yedim. Fakat o günkü tereyağın sevincini duyamadım. Gün oldu ki, halkla bu çarşıları, sefil dükkânları, pis aşçıları, kışlaları ve tezgâhları dolduran halkla aram bir uçurum gibi açıldı. Kocaman kahvelerde kravatları düzgün, boğazları tok gençlerle bilardo oynadım. Öyle lokantalarda yemek yedim ki, bir öğle yemeği parasıyla beş kişi bir hafta doyardı. O tiyatrolarda, o koltuklarda oturdum ki, etrafımda beyaz kadınlar dünyanın en kokulu lavantasını sürmüşlerdi, erkeklerin yüzlerinde ise bir tek kıl yoktu. Herkes, her şey pırıl pırıldı. Ama neden her zaman küçük, mütevazı köşeler aradım? Dostlarımı, en sevdiklerimi bu çarşı içlerinin kara çocuklarından seçtim. Bir tiyatronun galerisinde tanıştığım birisi, en iyi arkadaşım oldu. Bir tezgâhta tülbent dokuyan narin bir kıza âşık oldum. Onun ayaklarını ellerimin içine aldım. Onu paltomun içine saklayarak kış geceleri tenha sokaklarda yürüdüğüm zaman saadeti, ilk defa vücuduma bir 36.5 derece hararetle sindirdiğimi hissettim. En çok zevki kasabanın bayram yerlerinden, halkın tatil günleri serpildiği çayırlıklardan aldım. Kayalara, dağlara, baharın ve yabani kokuların rüzgârla beraber dolaştığı tepelere tırmanıp küçük çoban çocuklarıyla konuştum. Bir keçi kokusu sarmış ağıllarda çobanlarla arkadaş oldum. Dert dinledim. Onların sefaleti ile kederlendim. Saadetleriyle coştum. Her umumi ve herkese açık yol, aşçı dükkânı, bahçe, kır benim oldu. İnkaya yollarının rengini ezberledim. Gölge görmeyen yollar benim gölgemle doldu. Köylülerle beraber demir parmaklıklara asılıp içkili belediye bahçesinin içinden saz dinledim. Açık yerlerde oynayan sinemaları parasız seyredenlerle yaz günleri birbirimizi ittik. Mahalle kahvesinde yirmi lira maaşlı posta müvezzileri, balıkçılar, dostsuz mütekaitler, zebun ve sessiz kahvecilerle altı kol iskambil oynadım. Dünya benimdi! Yine öyle zaman oldu ki, bir partiden insanlar, öteki taraftan olanları yağlı iplere geçirdiler. Her ikisine de acıdım. Vurulanla vurulduğum, ölenle öldüğüm günler oldu. Kimdim, neydim, kimi seviyordum? Her barınacak, her çorbası tüten, her sobası yanan evde bir kederin, bir bilinmez yaranın korkusunu gördüm. Hatırlarım: Günlerden bir gün, dünyanın en şehvetperest insanı olmuştum. Ne görsem almak, neye baksam kucaklamak, ısırmak, sevmek, koklamak, neyi sevsem kıskanmak, başkalarına koklatmamak isterdim. O zaman sarhoş olmaya giderdim. Durmadan içerdim. İçtiğim zaman her şey güzeldi. Her şeyi kucağıma alabilirdim. Her şeyi ısıtabilirdim! Bu, yalnız bir hayvani his miydi? Yoksa bunun gerisinde saklı, açık bir insanlık sevgisi var mıydı? Beni idare edemeyen neydi? Bu dünya insan için kâfi idi. Bu dünyada insan en güzel, en büyük, en bahtiyar olacak mahluktu. O halde, niçin sokakta çıplak çocuklar, aç gezenler, işsiz delikanlılar, titreşen köylüler, yalnız namazlarını ve torunlarını seven ihtiyarlar vardı? Mütemadiyen sual sorup hiçbir cevap almadan evime döndüğüm akşamların birinde karımı oturmuş ağlar buldum. — Karı, dedim. Ocağın mı yanmaz? Çorban mı tütmez? Başında ağrı mı var? Hasta mısın? Ne ağlayıp duruyorsun? — Efendi! Sayende, dedi, hiçbir eksiğim, gediğim yok… Ne açım, ne açığım, halime şükrederim. Ama kürklü mantom yokmuş. Baloya gitmezmişim. Haftada bir defacık sinemaya da gidemiyormuşum. Bunların ziyanı yok!.. — Öyle ise nedir? dedim. Derdin ne Fitnat?.. — Anamı babamı göreceğim geldi, dedi. Karım, vakti hali oldukça yerinde İstanbullu babasını görmeye gideli tam bir sene oldu. Dönmedi. Babası bana birkaç satır yazdı: “Muhterem damadım, Rızam olmaksızın sana varan sevgili kızım bana avdet etti. Çektiği sefaleti anlattı. Hatırıma şu darbı mesel geliyor: ‘Kendi geçememiş, kuyruğuna da kabak bağlamış.’ Şimdilik karını göndermiyorum. Boşanmak istersen avukatım gelip seni görecektir. İstemezsen ben gelip seni göreceğim. Bâki selam.” Onun beni görmemesi için, dünyada yapmayacağım hiçbir şey yoktur. Dünya birdenbire değişivermişti. Artık ne lise hayatı, ne geçmiş arkadaşlıkların sarhoş edici hatıraları, ne de Kirazlı Mescit’teki iptidai mektebi kalmıştı. Şimdi uzun boylu, ipince bir İstanbul kızını boş bir odadan, yağan kara bakarak, hatırlıyor, kimseye anlatamayacağım, gizli, egoist bir hayatı yeniden yaşayarak sac sobaya bir iki odun daha atıyor, kurumuş hatıralar sarnıcına gizli, bilinmez bir membadan akan şarıl şarıl su sesleri duyuyorum. Bu son hatıralarla sonuna kadar idareye çalışıyorum.


                                                                                               Sait Faik

16 Ağustos 2015 Pazar

Paltolu Konağın Tüm Neşesi Kayboldu

Bir kış  günü, Bensu'nun, kucağında küçük bir kedi yavrusuyla konağın kapısını çalmasıyla başlamıştı neşemiz. Bu küçük kedi yavrusu o kadar sokulgan, sıcak, sevgi ve huzur doluydu ki bir anda miriltisiyla büyülendik. Bensu ile küçük bir isim araştırmasından sonra ikimiz de sevgi ve huzur tanrıcasinin ismi olan Isis isminde karar kıldık. Isis'ti neşemizin ismi. Bensu'nun kırmızı bir banttan fisto ile dikip ucuna cingirak taktiği tasmasi onu daha bir sevgi dolu göstermişti. Yürürken,  koşarken çıngır  çıngırdi.  Ayak dibimde uyur, ben uyaninca pitis pitis üstümden tırmanır, bir günaydın öpücüğü verir ve sonra da biraz göğsümde yatar sabah keyfi yapardık. Konağın penceresinin geniş denizligine koyduğumuz radyolu bir pikabin üstü bu naif tanricamizin tahtıydi. Oraya uzanır şirinligiyle gelen gideni özellikle okul çocuklarını büyülerdi. Çok kısa bir sürede mahallenin de seyrettiği bir neşe kaynağı oldu. Öylesine alısmıştık ki onun  varlığına o, paltolu konağın en önemli sakiniydi.
20 gündür Yalçın'la yollardaydik. Hep aklımda yolculuğumuz bitecek,  biz konağa döneceğiz ve Isis bizi çıngır çıngır sesiyle karşılayacak düşü vardı ve her gün nerdeyse güzelim bu fotoğrafını en az bir kez bakardım.



 Aldığımız elim haber bizi çok yıktı. Isis artık yaşamımızda olmayacaktı. O güzelim varlığına ölümü hiç yakıştıramiyorum.  Sanki hep yıllarca bizimle birlikte yaşayacak gibiydi. Öyle değilmiş,  bu bir yanilsamaymis. Yolculuğumuzun bundan sonraki kısmı benim için bir gözyaşı perdesinin ardında geçiyor.  Şimdi yolculuğumuz bitecek ve biz konağa döneceğiz. Isis koşarak yanımıza gelmeyecek ve biz yavaştan eşyalarını toplamaya başlayacağız. Oynadığı  yün sevgilisini bir yandan,  oyuncaklarıni bir yandan, mama kabını bir yandan.

Oysa nasıl isterdim ki Bensu yeniden konağın kapısını çalsa ve kucağında Isis olsa ve öykümüz en baştan başlasa...

13 Ağustos 2015 Perşembe

Konaktan Hüzünlü Bir Hikaye


Size insan olmanın hikayesini anlatacağım. 

Nasıl dünyanın, belki de evrenin en korkunç türü olduğumuzu. 

Hazır mısınız?

O zaman başlıyoruz...


Elif ve Yalçın yokken konakla ve İsis'imizle ilgileniyorduk. 

İsis, hayatımda gördüğüm en tatlı kedi. Yapacak çok işim de olsa, bütün dünya da beni beklese sadece mamasını vermek için girdiğim zamanlar bile yanında saatlerce kalmam için beni cezbediyor.

İsis'in hayatımıza nasıl girdiğini bilmeyenler için kısa özet geçeyim önce. Konağa kedi almak istiyoruz. Elif, biriyle konuşmuş, birkaç ay sonra kedisinin yavrularından birini verecek. Bu sırada İsis'le çok tesadüf bir şekilde yollarımız kesişiyor. Daha minicik. Karnı aç, üşüyor. Elimi uzatıyorum, kafasını sürtmekte bir an bile tereddüt etmiyor. Gözlerinin içine bakıyorum, o anda kalbim ısınıyor. Kucağıma alıyorum, gurgurlamaya başlıyor. Yere bırakıyorum ama gitmesini de istemiyorum içten içe. Yağız'a bakıyorum. Şakayla karışık, Elif'e götürelim mi, diyorum. Götürelim, diyor. Kucaklayıp gidiyoruz. Yol boyu kucağımda masum masum etrafı izliyor. Elif kapıyı açar açmaz kucağımda onu görüyor, ben de Elif'in yüzündeki aydınlanmayı saniye saniye ağır çekimde izliyorum. O artık konağın kedisi. Bütün gün mutluluktan gurgurluyor.
Kısa olmadı farkındayım.

İsis'e kendi ellerimle yaptığım tasmasını ilk taktığımız an.



Şimdi size son bir ayda geliştirdiğimiz ritüellerimizi anlatacağım.

 Önce konağın bahçe kapısının demir sesini duyar duymaz her neredeyse koşarak geliyor, çıngırağından anlıyoruz. Onun o heyecanla koşmasını izlemek, dünyanın en keyifli manzaralarından biri. 
İsis, küçücük haliyle hep dünyanın enlerini yaşatıyor bize. 
Sonra kapının önüne geldiğinde hiçbir zaman beceremediği miyavlamasını yapıyor. İncecik cılız bir miyavlaması var. Miyavlama demek bile güç. 
Diyor ki, sana kızamıyorum ama keşke daha erken gelseydin. Seni çok özledim, diyor. 

Bazen normalden de uzun ayrı kaldıysak, ağlamaya başlıyor. Arada kafasını kaldırıp yüzüme bakıyor. 
Ne senin bu kadar gecikmene sebep oldu bilmiyorum ama umarım değmiştir, diyor. 
Kızmıyor, küsmüyor, sadece üzülüyor. Üzülmesine ben de üzülüyorum, beraber ağlıyoruz. 

Seni asla bırakmayız, diyorum ona. Ve söz bir daha bu kadar gecikmeyeceğim. Ama hayat bu, olur da gecikirsem emin ol senin için mutlaka geri geleceğim, diyorum. 
Suratıma bakıyor. Öpücük istiyor. Öpücük veriyorum. 
Tamam, diyor, sana güveniyorum. 
Ve ağlamayı kesiyor. 

Bu sırada bir yandan mama yiyoruz. Yalnız yemekten hoşlanmıyor. Başından ayrılırsam peşimde dolaşıyor evin içinde. Asla diğer kediler gibi diretmiyor, miyavlayarak bunaltıp istediğini yaptırmıyor. Adımlarımı izliyor ve olur da mamasının yanına doğru gidersem koşarak geliyor. O halini gördüğümde ise dayanamıyor, karnı doyana kadar başında duruyorum. 

Sonra sevilme seansımız başlıyor. 
En uzun seansımız bu. 
Dört gözle beklediğim, dört gözle beklediği seansımız bu. 
Yere uzanıyor, geriniyor, göbeğini açıyor bana doğru. 
Diyor ki, karnım doydu ama ruhum hâlâ aç. Beni sevmek ister misin biraz, diyor. 
Diyorum ki seni sevmemek için zaten kendimi çok zor tutuyordum. Seni sevmemek için bir insanın ruhu olmaması lazım, diyorum. 
Göbüşünden kafasına, patilerinin arasına kadar her yerini seviyorum. 
Çok mutlu oluyor. 
O mutlu halini gördükçe yanından ayrılmaya kıyamıyorum. Kanepeye uzanıp kitap okuyorum, o da önce yün ipliklerden oluşan sevgilisine gidiyor, sonra yanıma gelip yalanma seansına başlıyor. 
İşi bittiğinde ilgimin kitapta olmasına biraz üzülüyor, yüzüme bakıyor. Eğer dalıp farketmezsem bu kadar ilginç ne okuduğumu merak edip o da okumaya karar veriyor ve kafasını kitapla arama sokuyor. Olur da kitabı kenara koyarsam üstüne oturuyor. 
Diyor ki, rahatsızlık vermek istemiyorum ama belki iyice yayılırsam kitabı göremez ve unutur. 
Ben de mutlu olsun diye kitabı görmezden geliyorum. 









                   

        
 
                

     
   


İsis ve Yağız karşılıklı uyuyor.


Sonra beraber bahçeye çıkıyoruz. Sulanması gereken sebzeler var. 
Suyu açıyorum, o zaten nereye gitmesi gerektiğini biliyor. Suyun başına koşuyor. Akan suyla oynamaya, kayan hortuma atlamaya bayılıyor. 
Oyun seansımız başladı. 
Ben ise her seferinde bahçedeki otları kesme, ağaçları budama, bahçeyi düzenleyip paletlerden oturma alanı yapma ve yaşam alanı kurma planları yapıyorum. Başka işlerden ve yazın rehavetinden yapamıyorum tabi bir türlü. 
Sulama işi bitince eve doğru yollanıyorum. 
Şıngır şıngır peşimden geliyor İsis. Birlikte tekrar eve giriyoruz. 
İsis biraz daha mama yemeye karar veriyor. Hüzünlü bakışlarıyla karşılaşmamak için o mama yerken sessizce çıkıyorum evden. Her seferinde içim parçalanıyor. 
Bazen kapının arkasından cılız sesiyle miyavlıyor. 
Üzülme, diyorum, yarın mutlaka geri geleceğim. 
Biliyorum ama keşke gitmesen, diyor. 
Ben de hep yanında kalmak isterdim ama yapılacak sıkıcı insan işleri var, diyorum. 

Bir gece İsis'i mutlu etmek adına konakta kalıyoruz. Bütün akşam yanımızda uyuyor. 















Sabah kapısından içeri girerek miyavlıyor.  
Günaydın, diyor. 
Ohoo daha uyuyor musunuz tembeller, diyor. 
Gece dışarı çıkmış. 
Gelip popusunu göbeğime koyarak kıvrılıp yanıma yatıyor ve uyuyor. Bir yandan da sevilmek istiyor. Ben de bir yandan uyuyup bir yandan seviyorum. Uzun zamandır en mutlu olduğu gün. 
Sonra çıkıyoruz, çok işimiz var o gün. 
Kahvaltı yaparken Alman couchsurferlardan mail geliyor. Konakta kalmak istiyorlarmış. Elif'le konuşuyoruz, ilgilenmenize gerek yok, hatta İsis'le de ilgilenirler, diyor. Tamam o halde diyoruz. 
Ertesi gün geliyorlar. Konakla, bahçeyle, İsis'le ve Gerze'yle ilgili kısa bilgiler verip ayrılıyoruz. 
Biz konuşurken İsis gelip suratıma bakıyor, bunlar da nerden çıktı, diyor. Siz de mi beni bırakacaksınız yoksa, diyor. 
Kucağıma alıp öpüyorum. Almanlara arada sevmelerini tembihliyorum. Sevgisiz yapamaz, diyorum. 
Bir an önce duş almak istediklerini söylüyorlar. Rahatsız etmemek için hemen ayrılıyoruz. 
İsis'le klasikleşmiş seanslarımızı yapamıyoruz. Bizle birlikte çıkıyor o da. 
Biraz hayalkırıklığına uğramış görünüyor. 
Biz ilerlerken kapının önünde oturmuş miyavlıyor arkamızdan. 
Şaka mı bu, diyor. Şaka olmalı, geri geleceksiniz değil mi, diyor. 
Kuzummm, diye sesleniyorum,  merak etme geleceğiz. Seni asla bırakmam, biliyorsun, diyorum. 
İkna oluyor ama üzgün yine de. 

Ertesi gün Armin'e mesaj atıyorum ve İsis'i soruyorum. 
Görmedik, diyor. 
Yabancılardan rahatsız oldu, girmedi herhalde eve diye düşünüyorum ama endişeleniyorum. Küsüp gider diye korkuyordum hep zaten. Akşam tekrar soruyorum. Yok, diyorlar. Sabah gelmediyse akşam zaten gelmez diye düşünüyorum. Ama kapıda biraz ses çıkarmalarını ve gelirse haber vermelerini istiyorum. Yine gelmediğini söylüyorlar. Ertesi gün gideceklerini öğreniyorum. Yarın gidip kendim bakarım, diyorum kendi kendime. 
Ertesi gün ilk işim konağa gidiyorum. Diyorum ki benim kokumu kesin alır ve o bildiğim en güzel seslerden biri olan çıngırağını çınlatarak koşarak gelir. 
Gelmiyor. 
Kulağım mutsuz. 
Bekliyorum gelir diye, saatler geçiyor gelmiyor. Endişeyle Yağız'ı arıyorum. O da endişeden ders çalışamıyor ve çıkıp geliyor. O da evi ve sokakları tekrar arıyor. 
İsis yok. 
Facebook, twitter ve instagram'dan İsis'in fotoğraflarını paylaşıp yardım istiyorum. Gören olursa haber versin diyorum. 
Biri dün sabah konaktan çok uzak bir yerde gördüğünü söylüyor. Atlayıp oraya gidyoruz. Etrafındaki bütün sokakları tek tek dolaşıyor, yolumuza çıkan herkese haber bırakıyoruz. 
İsis hâlâ yok. 
Konağa geri dönüyorum. Sanki orada durursam hissedip gelecek gibi geliyor. 
Saatlerce kapının önündeki bankta oturuyorum. Geceyarısı oluyor, görüldüğü yerden eve dönebileceği güzergahları gezerek tekrar arıyoruz. 
Endişe dorukta. 
Bu arada Elif ve Yalçın İsis'i soruyor, söylemek zorunda kalıyorum. 
Aslında gezileri mahvolmasın diye İsis gelene kadar söylemeyecektim ama yalan söyleyemiyorum. Elif metroda yol boyu ağlıyor. 

Ertesi gün uyanır uyanmaz tekrar konağa gidiyorum. Belki yolu bulmuştur bugün diye düşünüyorum. 
Hayalkırıklığı yaşıyorum. 
Kayıp ilanı hazırlıyorum ve en çok insan geçen yerlere asıyorum. Bir tane de konağın önüne asıyorum. Mahalledeki ve yoldan geçen herkes İsis'i tanıyor ve çok seviyor. Belki onlar da yardımcı olur diye..

 Son afişi asarken telefon geliyor. 
Heyecanlanıyorum. 
Konağın önündeki afişi görmüş tahmin ettiğim gibi.


Hikayenin sonuna yaklaştık. 
Buraya kadar hayvan olmanın naifliğini, basit mutluluklarını, hayatının basitliğini ve zararsızlığını, başka türleri ne kadar mutlu ettiğini vs. anlatmaya çalıştım. 

Bundan sonrası, insan türünün ne kadar gereksiz, faydasından çok zararı olan, şeytani, kötü, duygusuz, aptal, bencil ve yıkıcı olduğunu anlatacağım kısım.

Telefondaki adam, İsis'i aradığımızı farkettiği için araması gerektiğini düşünmüş. 
İsis'i mahallede ölü bulduğunu, bulduğunda kafasında kan olduğunu, çöpe kendisinin verdiğini söylüyor. 
Emin misiniz, diyoruz. Belki bir yanlışlık vardır, belki İsis değildir, kırmızı tasması var mıydı, diyoruz. 
Adam İsis'i mahalleden zaten tanıdığını söylüyor ve tasmasının en ince ayrıntılarına kadar tarif ediyor. 
Yıkılıyoruz. 
Ağlıyoruz. 
Ama hâlâ bir şüphe var içimizde. Belki değildir, belki başka kırmızı tasmalı bir kedidir. 
İnanamıyoruz. 
Böyle tatlı, uysal, duygusal bir kedinin sonu bu olamaz diyoruz. Çünkü o dünyanın en tatlı kedisi ve böyle bir kediyle bu şekilde vedalaşamayız. 
Birkaç saat sonra bir telefon daha geliyor. Yan komşu karşı sokakta araba çarptığını ve kendisinin gördüğünü söylüyor. Hem de onu en son gördüğümüz, Almanların geldiği günün gecesi.
 Kahroluyoruz. Lanet ediyoruz. 
İnsana ve insanlığa, bencilliğinin yarattığı zararlara, aptallığına, insan beyninin ürettiği arabalara, arabaları aptallara satan ve kullanma ehliyeti veren sisteme, her şeye küfür ediyoruz. 
O andan sonra daha çok ağlamaya başlıyoruz. 
Gözümün önüne yüzü geliyor, kulaklarım miyavlamaya benzer cılız sesini hatırlıyor, kahroluyorum. 
Hangi kedi öpücük almak için başını dudaklarımıza değdirir diye diye ağlıyoruz. 
Sonra kendimizi suçlamaya başlıyoruz. Keşke, diyoruz, Almanlara bırakıp gitmeseydik. Biz evde olsak belki dışarı çıkmayacaktı. Keşke, diyoruz, birkaç günlüğüne alıp kendi evlerimize getirseydik. Keşke, diyoruz, hiç dışarı çıkmasına izin vermeseydik. Keşkeler uzayıp gözyaşlarımıza karışıyor ama hiçbiri İsis'imizi geri getirmeye yetmiyor. Sarhoşun biri gecenin bir yarısı sırf kendini daha iyi hissetmek için hız yapıyor. Yolda bir kediye çarpıyor, öldürüyor ve umursamadan yoluna ve kendini tatmin etmeye devam ediyor. 
İnsanın bencilliği, kalbindeki kötülüğü dünyadaki en tatlı varlıklardan birini alıp götürüyor.

Yine de, diyoruz, kısacık da olsa İsis, dünyalar tatlısı oğlumuz, hayatımızda yer aldığı için çok şanslıyız. Onu tanımamak, hayatımızdaki en büyük eksiklik olurdu.

Onun sıcaklığı, masumluğu ömrüm boyunca bana insanlığın kötülüğünü anımsatacak.

Hikaye bitti.
Keşke hiçbir hikaye hüzünlü bitmese..
Ama gerçek hayat, bu.


Hoşça kal İsis..

Avusturya/ Viyana izlenimleri


Bratislava tren istasyonunda treni beklerken Erbilli bir Kürt arkadaşla tanışıyoruz,  bir saatlik kısa bir yolculukta pek muhabbetimiz olmasa da Viyana'ya girince bize çok yardımcı oluyor.  Metro hattı çok karışık ve elimizde daha önce yine Gerze'de ağırladığımiz Mira' nın adresi. Erbilli arkadaş ısrarla eve davet ediyor,  bizi ise Mira bekliyor. Sağolsun ineceğimiz durağa kadar bize eşlik ettikten sonra gecenin bir vakti nereye gidecegimizi bilmeden kalıyoruz. Bir pizzacı görüp birer pizza yiyelim derken abi Türk çıkıyor hem pizzadan para almıyor hem de adresi bulmamızda yardımcı oluyor. Mira, Viyana Üniversitesi'nde müzik öğrencisi,  odasında bir sürü enstrüman. Gerze 'de erkek arkadaşıyla birlikte 2 gece ağırlamistik. Bu yolculuk biraz iade-i ziyaret gibi oldu. Görüşmeyeli yaşamımızda değişen şeylerden bahsediyoruz. Mira annesi ile Hindistan'a gitmiş,  bir ay kalmış. Annesi 1960'li yıllarda Viyana'dan Hindistan'a otobüsle yolculuk yapmış bir çocukmus o zaman. Şimdi de annesi 62 yaşındaymis ve hala Hindistan yollarında. Mira'nın Hindistan fotoğraflarına bakıyoruz;  inekler, filler, tapinaklar, rengarenk kıyafetler... Gece epey ilerlemiş fotoğraf bakarken bir yandan da Bratislava'dan getirdiğimiz şarabı içiyoruz. Mira'nın sade bir kahvaltısıyla güne başlıyoruz. Mira görülebilecek yerler konusunda haritadan gerekli işaretlemeleri yapıyor bize. Şehre indigimizde devasal tarihi binaların içine düşüyoruz. Her yan tarihi bina, yavaş yavaş tarihi binaları anlamlandirmaya başlıyoruz. Restorasyonda olan devasal bir kilisenin etrafında dolaşıyoruz,  belediye binasının içini dışını geziyoruz,  çok görkemli bir bina. Belediye binasının dışına dev bir ekran konulmuş ve Viyana Film Festivali'nin afişleri her yanda aynı zamanda dans festivalinin afişleri de.


Etrafını tavaf ettiğimiz kilise


Viyana Belediye binası

Viyana Belediye binasının içi



Belediye binasının iç avlusu


Viyana aklımızda hep sanatsal aktiviteleri ile meşhur bir şehir olarak vardır ya gerçekten de öyle. Parlamento binası karşımıza çıkıyor, sonra Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminden kalma saraylar,  müzeler.


parlamento binası

evrim müzesi




yine dış cephesi restorasyon olan bir kilise

İmparatorluk döneminden  kışlık saray, şimdi Başbakanlık çalışma ofisi


Tarih müzesinin fiyatı 50 TL idi hem o parayı vermek istemedik hem de bir günümüz müzede geçsin istemedik. Geçen yaz Moskova ve Petersburg'da o kadar çok müze  ve kilise gezdik ki, çok farklı eserler olmasına rağmen müze gezmek, kilise gezmek cezbetmiyor. Bir de müze gezmek ciddi bir tarih,  sanat tarihi, din tarihi bilgisi gerektiriyor.  Eğer böyle bir birikimin yoksa belli bir süreden sonra her eser aynilasiyor. Bir günde yüzlerce eser izlemek, anlamlandirmak ve o eserlerin sende çağrışım oluşturması da ciddi bir zaman, zihinsel ve duygusal emek gerektiriyor. Kendimi de bu emeği harcayabilicek güçte hissedemedim. Müzelerin dıştan görüntüsü ile yetindik. Tarihi binaların hepsi birbirine yakın bölgedeydi.  Bir çoğunu görme fırsatımiz oldu. Binalar çok görkemli,  binaları ayakta  tutan sütunlar çok estetik, binaları süsleyen heykeller çok gerçekçi ama belli ki yine kralların iktidarının simgesi için herşey. Kendine dair naif bir ruh bulmak çok mümkün değil. Bulman da çok mümkün değil,  zaten kraliyet kendi gücünü göstermek için yaptırmış bu sarayları. Bu güçle de halkı sustursun,  ezsin diye. 500 yıl sonra bile bu  binalar görkemiyle seni eziyor. Kralların kışlık sarayının bahçesinde oturuyoruz bir süre. Şimdi Başbakanlık çalışma ofisi olarak kullanılıyormus. Öyle göze çarpan bir güvenlik önlemi yoktu. Herkes bahçesine yayılmış kendi keyfince aktivitelerinde. Biz de öyle.  Evet,  az daha bahsetmeyi unutuyordum. Beni en çok heyecanlandıran Kelebekler Evi oldu. Okumuştum bir yerlerde ama nerde, nasil bulacağımiza dair bir fikrimiz yoktu. Derken ansızın karşımıza çıktı.  Önünde kokteyl tarzı bir düğün,  düğünün kalabalığınin arasından geçiyoruz.  Camdan bir sera ve envai çeşit kelebek. Kimseler yok. Yalçın'la ikimiz keyfimizce dolaşıyoruz. Kelebekler üstümüze konuyor. Sonra anlıyoruz ki düğün için mekân kapatılmış ve masaları sonradan dışarı çıkarmışlar ve biz de böyle bir anda girmişiz. Normal zamanda girseydik hem ücret ödeyecektik hem de bir turist guruhu ile gezecektik. Çok keyifli oldu böyle.


camdan sera


camdan sera

onlarca kelebekten biri

bbirbirinden farklı kelebekler

Bu da siyah ve mavi

Akşam Mira'nın evinin yolunu tutuyoruz.  Mira sabah Hollanda'ya yola çıkacak,  onun hazırlığında. Iki ev arkadaşı daha var. Viyana'da oda kiralaniyormus.  Mira bir oda için 1000 TL gibi bir ücret ödemiş. Oda kiralayanlardan biri erkek, hiç tanışmadik. Diğeri de Ispanyolca öğrencisi genç  bir kadın. Yani kızli-erkekli kalabiliyorlar.  Hatta ev sahipleri aynı evi kızli-erkekli kiraya verebiliyor.  Bizde cinsellik gerçekten ciddi bir sorun. Cinselliğimizi dinsel ve kültürel baskıdan sıyrılıp yaşayamadigimiz sürece  iki cins yanyana geldiği sürece hep cinselliği düşünecegiz. Zaten toplumun geneli olarak düşünebildigimiz bir şey var mı? Ülkedeki taciz, tecavüz oranları da bunu göstermiyor mu? Avrupa'da ergenlik ile birlikte cinsellik baskı olmadan yaşandığı için insanlar çok daha farklı uğraşlara yönelebiliyor. Mira sabah erkenden Hollanda yolculuğu için çıkmış, bizi de ilerleyen saatlerde ev arkadaşı uğurladı. Evin yanında bulunanan büyük bir parka kahvaltılık malzemelerimizi alıp gidiyoruz. Büyük bir ıhlamur ağacının altında kahvaltı için oturuyoruz ama öyle huzur verici ki ortam saatler geçiyor. Bizim gibi parkın derin huzurlu ortamına kapılan birçok insan var. 




parkta yeşillikler arasında kahvaltımızı yaparken


Sırt çantalarımizi yüklenip yola düşüyoruz. Şehirde tarihi binaların arasındayız. Toplu taşıma araçlarına ücretsiz olarak bindiğimiz için tramvaya atlayıp etrafı göre göre gidelim istiyoruz. Tuna Nehri'nin olduğu yöne giden bir tramvaya atlıyoruz. Nehir şehrin bir hayli dışında. Nehrin kıyısında 11.  Afrika kültür festivalinin içine düşüyoruz. Yemek, içmek, dans, giyim, müzik, spor standlari ve etkinlikleri. Hatta bir bölgede develerle bile geziyorlardi. Nehrin kıyısına oturup akşam yemeği için makarna hazırlıyoruz. Nehirde yüzenler, nehrin diğer kıyısından gelen tam tam sesleri ile süren büyük bir grubun performansı. Bir hayli keyifleniyoruz.

Tuna Nehri'nde etkinlikler

akşam yemeği hazırlıkları

akşam yemeğimiz

 Bir ara buraya kamp atsak ve bir geceyi Afrika kültürü içinde geçirmenin hayalini kuruyoruz. Ama gece için Prag'a otobüs biletimiz var.