Translate

16 Ağustos 2015 Pazar

Paltolu Konağın Tüm Neşesi Kayboldu

Bir kış  günü, Bensu'nun, kucağında küçük bir kedi yavrusuyla konağın kapısını çalmasıyla başlamıştı neşemiz. Bu küçük kedi yavrusu o kadar sokulgan, sıcak, sevgi ve huzur doluydu ki bir anda miriltisiyla büyülendik. Bensu ile küçük bir isim araştırmasından sonra ikimiz de sevgi ve huzur tanrıcasinin ismi olan Isis isminde karar kıldık. Isis'ti neşemizin ismi. Bensu'nun kırmızı bir banttan fisto ile dikip ucuna cingirak taktiği tasmasi onu daha bir sevgi dolu göstermişti. Yürürken,  koşarken çıngır  çıngırdi.  Ayak dibimde uyur, ben uyaninca pitis pitis üstümden tırmanır, bir günaydın öpücüğü verir ve sonra da biraz göğsümde yatar sabah keyfi yapardık. Konağın penceresinin geniş denizligine koyduğumuz radyolu bir pikabin üstü bu naif tanricamizin tahtıydi. Oraya uzanır şirinligiyle gelen gideni özellikle okul çocuklarını büyülerdi. Çok kısa bir sürede mahallenin de seyrettiği bir neşe kaynağı oldu. Öylesine alısmıştık ki onun  varlığına o, paltolu konağın en önemli sakiniydi.
20 gündür Yalçın'la yollardaydik. Hep aklımda yolculuğumuz bitecek,  biz konağa döneceğiz ve Isis bizi çıngır çıngır sesiyle karşılayacak düşü vardı ve her gün nerdeyse güzelim bu fotoğrafını en az bir kez bakardım.



 Aldığımız elim haber bizi çok yıktı. Isis artık yaşamımızda olmayacaktı. O güzelim varlığına ölümü hiç yakıştıramiyorum.  Sanki hep yıllarca bizimle birlikte yaşayacak gibiydi. Öyle değilmiş,  bu bir yanilsamaymis. Yolculuğumuzun bundan sonraki kısmı benim için bir gözyaşı perdesinin ardında geçiyor.  Şimdi yolculuğumuz bitecek ve biz konağa döneceğiz. Isis koşarak yanımıza gelmeyecek ve biz yavaştan eşyalarını toplamaya başlayacağız. Oynadığı  yün sevgilisini bir yandan,  oyuncaklarıni bir yandan, mama kabını bir yandan.

Oysa nasıl isterdim ki Bensu yeniden konağın kapısını çalsa ve kucağında Isis olsa ve öykümüz en baştan başlasa...

13 Ağustos 2015 Perşembe

Konaktan Hüzünlü Bir Hikaye


Size insan olmanın hikayesini anlatacağım. 

Nasıl dünyanın, belki de evrenin en korkunç türü olduğumuzu. 

Hazır mısınız?

O zaman başlıyoruz...


Elif ve Yalçın yokken konakla ve İsis'imizle ilgileniyorduk. 

İsis, hayatımda gördüğüm en tatlı kedi. Yapacak çok işim de olsa, bütün dünya da beni beklese sadece mamasını vermek için girdiğim zamanlar bile yanında saatlerce kalmam için beni cezbediyor.

İsis'in hayatımıza nasıl girdiğini bilmeyenler için kısa özet geçeyim önce. Konağa kedi almak istiyoruz. Elif, biriyle konuşmuş, birkaç ay sonra kedisinin yavrularından birini verecek. Bu sırada İsis'le çok tesadüf bir şekilde yollarımız kesişiyor. Daha minicik. Karnı aç, üşüyor. Elimi uzatıyorum, kafasını sürtmekte bir an bile tereddüt etmiyor. Gözlerinin içine bakıyorum, o anda kalbim ısınıyor. Kucağıma alıyorum, gurgurlamaya başlıyor. Yere bırakıyorum ama gitmesini de istemiyorum içten içe. Yağız'a bakıyorum. Şakayla karışık, Elif'e götürelim mi, diyorum. Götürelim, diyor. Kucaklayıp gidiyoruz. Yol boyu kucağımda masum masum etrafı izliyor. Elif kapıyı açar açmaz kucağımda onu görüyor, ben de Elif'in yüzündeki aydınlanmayı saniye saniye ağır çekimde izliyorum. O artık konağın kedisi. Bütün gün mutluluktan gurgurluyor.
Kısa olmadı farkındayım.

İsis'e kendi ellerimle yaptığım tasmasını ilk taktığımız an.



Şimdi size son bir ayda geliştirdiğimiz ritüellerimizi anlatacağım.

 Önce konağın bahçe kapısının demir sesini duyar duymaz her neredeyse koşarak geliyor, çıngırağından anlıyoruz. Onun o heyecanla koşmasını izlemek, dünyanın en keyifli manzaralarından biri. 
İsis, küçücük haliyle hep dünyanın enlerini yaşatıyor bize. 
Sonra kapının önüne geldiğinde hiçbir zaman beceremediği miyavlamasını yapıyor. İncecik cılız bir miyavlaması var. Miyavlama demek bile güç. 
Diyor ki, sana kızamıyorum ama keşke daha erken gelseydin. Seni çok özledim, diyor. 

Bazen normalden de uzun ayrı kaldıysak, ağlamaya başlıyor. Arada kafasını kaldırıp yüzüme bakıyor. 
Ne senin bu kadar gecikmene sebep oldu bilmiyorum ama umarım değmiştir, diyor. 
Kızmıyor, küsmüyor, sadece üzülüyor. Üzülmesine ben de üzülüyorum, beraber ağlıyoruz. 

Seni asla bırakmayız, diyorum ona. Ve söz bir daha bu kadar gecikmeyeceğim. Ama hayat bu, olur da gecikirsem emin ol senin için mutlaka geri geleceğim, diyorum. 
Suratıma bakıyor. Öpücük istiyor. Öpücük veriyorum. 
Tamam, diyor, sana güveniyorum. 
Ve ağlamayı kesiyor. 

Bu sırada bir yandan mama yiyoruz. Yalnız yemekten hoşlanmıyor. Başından ayrılırsam peşimde dolaşıyor evin içinde. Asla diğer kediler gibi diretmiyor, miyavlayarak bunaltıp istediğini yaptırmıyor. Adımlarımı izliyor ve olur da mamasının yanına doğru gidersem koşarak geliyor. O halini gördüğümde ise dayanamıyor, karnı doyana kadar başında duruyorum. 

Sonra sevilme seansımız başlıyor. 
En uzun seansımız bu. 
Dört gözle beklediğim, dört gözle beklediği seansımız bu. 
Yere uzanıyor, geriniyor, göbeğini açıyor bana doğru. 
Diyor ki, karnım doydu ama ruhum hâlâ aç. Beni sevmek ister misin biraz, diyor. 
Diyorum ki seni sevmemek için zaten kendimi çok zor tutuyordum. Seni sevmemek için bir insanın ruhu olmaması lazım, diyorum. 
Göbüşünden kafasına, patilerinin arasına kadar her yerini seviyorum. 
Çok mutlu oluyor. 
O mutlu halini gördükçe yanından ayrılmaya kıyamıyorum. Kanepeye uzanıp kitap okuyorum, o da önce yün ipliklerden oluşan sevgilisine gidiyor, sonra yanıma gelip yalanma seansına başlıyor. 
İşi bittiğinde ilgimin kitapta olmasına biraz üzülüyor, yüzüme bakıyor. Eğer dalıp farketmezsem bu kadar ilginç ne okuduğumu merak edip o da okumaya karar veriyor ve kafasını kitapla arama sokuyor. Olur da kitabı kenara koyarsam üstüne oturuyor. 
Diyor ki, rahatsızlık vermek istemiyorum ama belki iyice yayılırsam kitabı göremez ve unutur. 
Ben de mutlu olsun diye kitabı görmezden geliyorum. 









                   

        
 
                

     
   


İsis ve Yağız karşılıklı uyuyor.


Sonra beraber bahçeye çıkıyoruz. Sulanması gereken sebzeler var. 
Suyu açıyorum, o zaten nereye gitmesi gerektiğini biliyor. Suyun başına koşuyor. Akan suyla oynamaya, kayan hortuma atlamaya bayılıyor. 
Oyun seansımız başladı. 
Ben ise her seferinde bahçedeki otları kesme, ağaçları budama, bahçeyi düzenleyip paletlerden oturma alanı yapma ve yaşam alanı kurma planları yapıyorum. Başka işlerden ve yazın rehavetinden yapamıyorum tabi bir türlü. 
Sulama işi bitince eve doğru yollanıyorum. 
Şıngır şıngır peşimden geliyor İsis. Birlikte tekrar eve giriyoruz. 
İsis biraz daha mama yemeye karar veriyor. Hüzünlü bakışlarıyla karşılaşmamak için o mama yerken sessizce çıkıyorum evden. Her seferinde içim parçalanıyor. 
Bazen kapının arkasından cılız sesiyle miyavlıyor. 
Üzülme, diyorum, yarın mutlaka geri geleceğim. 
Biliyorum ama keşke gitmesen, diyor. 
Ben de hep yanında kalmak isterdim ama yapılacak sıkıcı insan işleri var, diyorum. 

Bir gece İsis'i mutlu etmek adına konakta kalıyoruz. Bütün akşam yanımızda uyuyor. 















Sabah kapısından içeri girerek miyavlıyor.  
Günaydın, diyor. 
Ohoo daha uyuyor musunuz tembeller, diyor. 
Gece dışarı çıkmış. 
Gelip popusunu göbeğime koyarak kıvrılıp yanıma yatıyor ve uyuyor. Bir yandan da sevilmek istiyor. Ben de bir yandan uyuyup bir yandan seviyorum. Uzun zamandır en mutlu olduğu gün. 
Sonra çıkıyoruz, çok işimiz var o gün. 
Kahvaltı yaparken Alman couchsurferlardan mail geliyor. Konakta kalmak istiyorlarmış. Elif'le konuşuyoruz, ilgilenmenize gerek yok, hatta İsis'le de ilgilenirler, diyor. Tamam o halde diyoruz. 
Ertesi gün geliyorlar. Konakla, bahçeyle, İsis'le ve Gerze'yle ilgili kısa bilgiler verip ayrılıyoruz. 
Biz konuşurken İsis gelip suratıma bakıyor, bunlar da nerden çıktı, diyor. Siz de mi beni bırakacaksınız yoksa, diyor. 
Kucağıma alıp öpüyorum. Almanlara arada sevmelerini tembihliyorum. Sevgisiz yapamaz, diyorum. 
Bir an önce duş almak istediklerini söylüyorlar. Rahatsız etmemek için hemen ayrılıyoruz. 
İsis'le klasikleşmiş seanslarımızı yapamıyoruz. Bizle birlikte çıkıyor o da. 
Biraz hayalkırıklığına uğramış görünüyor. 
Biz ilerlerken kapının önünde oturmuş miyavlıyor arkamızdan. 
Şaka mı bu, diyor. Şaka olmalı, geri geleceksiniz değil mi, diyor. 
Kuzummm, diye sesleniyorum,  merak etme geleceğiz. Seni asla bırakmam, biliyorsun, diyorum. 
İkna oluyor ama üzgün yine de. 

Ertesi gün Armin'e mesaj atıyorum ve İsis'i soruyorum. 
Görmedik, diyor. 
Yabancılardan rahatsız oldu, girmedi herhalde eve diye düşünüyorum ama endişeleniyorum. Küsüp gider diye korkuyordum hep zaten. Akşam tekrar soruyorum. Yok, diyorlar. Sabah gelmediyse akşam zaten gelmez diye düşünüyorum. Ama kapıda biraz ses çıkarmalarını ve gelirse haber vermelerini istiyorum. Yine gelmediğini söylüyorlar. Ertesi gün gideceklerini öğreniyorum. Yarın gidip kendim bakarım, diyorum kendi kendime. 
Ertesi gün ilk işim konağa gidiyorum. Diyorum ki benim kokumu kesin alır ve o bildiğim en güzel seslerden biri olan çıngırağını çınlatarak koşarak gelir. 
Gelmiyor. 
Kulağım mutsuz. 
Bekliyorum gelir diye, saatler geçiyor gelmiyor. Endişeyle Yağız'ı arıyorum. O da endişeden ders çalışamıyor ve çıkıp geliyor. O da evi ve sokakları tekrar arıyor. 
İsis yok. 
Facebook, twitter ve instagram'dan İsis'in fotoğraflarını paylaşıp yardım istiyorum. Gören olursa haber versin diyorum. 
Biri dün sabah konaktan çok uzak bir yerde gördüğünü söylüyor. Atlayıp oraya gidyoruz. Etrafındaki bütün sokakları tek tek dolaşıyor, yolumuza çıkan herkese haber bırakıyoruz. 
İsis hâlâ yok. 
Konağa geri dönüyorum. Sanki orada durursam hissedip gelecek gibi geliyor. 
Saatlerce kapının önündeki bankta oturuyorum. Geceyarısı oluyor, görüldüğü yerden eve dönebileceği güzergahları gezerek tekrar arıyoruz. 
Endişe dorukta. 
Bu arada Elif ve Yalçın İsis'i soruyor, söylemek zorunda kalıyorum. 
Aslında gezileri mahvolmasın diye İsis gelene kadar söylemeyecektim ama yalan söyleyemiyorum. Elif metroda yol boyu ağlıyor. 

Ertesi gün uyanır uyanmaz tekrar konağa gidiyorum. Belki yolu bulmuştur bugün diye düşünüyorum. 
Hayalkırıklığı yaşıyorum. 
Kayıp ilanı hazırlıyorum ve en çok insan geçen yerlere asıyorum. Bir tane de konağın önüne asıyorum. Mahalledeki ve yoldan geçen herkes İsis'i tanıyor ve çok seviyor. Belki onlar da yardımcı olur diye..

 Son afişi asarken telefon geliyor. 
Heyecanlanıyorum. 
Konağın önündeki afişi görmüş tahmin ettiğim gibi.


Hikayenin sonuna yaklaştık. 
Buraya kadar hayvan olmanın naifliğini, basit mutluluklarını, hayatının basitliğini ve zararsızlığını, başka türleri ne kadar mutlu ettiğini vs. anlatmaya çalıştım. 

Bundan sonrası, insan türünün ne kadar gereksiz, faydasından çok zararı olan, şeytani, kötü, duygusuz, aptal, bencil ve yıkıcı olduğunu anlatacağım kısım.

Telefondaki adam, İsis'i aradığımızı farkettiği için araması gerektiğini düşünmüş. 
İsis'i mahallede ölü bulduğunu, bulduğunda kafasında kan olduğunu, çöpe kendisinin verdiğini söylüyor. 
Emin misiniz, diyoruz. Belki bir yanlışlık vardır, belki İsis değildir, kırmızı tasması var mıydı, diyoruz. 
Adam İsis'i mahalleden zaten tanıdığını söylüyor ve tasmasının en ince ayrıntılarına kadar tarif ediyor. 
Yıkılıyoruz. 
Ağlıyoruz. 
Ama hâlâ bir şüphe var içimizde. Belki değildir, belki başka kırmızı tasmalı bir kedidir. 
İnanamıyoruz. 
Böyle tatlı, uysal, duygusal bir kedinin sonu bu olamaz diyoruz. Çünkü o dünyanın en tatlı kedisi ve böyle bir kediyle bu şekilde vedalaşamayız. 
Birkaç saat sonra bir telefon daha geliyor. Yan komşu karşı sokakta araba çarptığını ve kendisinin gördüğünü söylüyor. Hem de onu en son gördüğümüz, Almanların geldiği günün gecesi.
 Kahroluyoruz. Lanet ediyoruz. 
İnsana ve insanlığa, bencilliğinin yarattığı zararlara, aptallığına, insan beyninin ürettiği arabalara, arabaları aptallara satan ve kullanma ehliyeti veren sisteme, her şeye küfür ediyoruz. 
O andan sonra daha çok ağlamaya başlıyoruz. 
Gözümün önüne yüzü geliyor, kulaklarım miyavlamaya benzer cılız sesini hatırlıyor, kahroluyorum. 
Hangi kedi öpücük almak için başını dudaklarımıza değdirir diye diye ağlıyoruz. 
Sonra kendimizi suçlamaya başlıyoruz. Keşke, diyoruz, Almanlara bırakıp gitmeseydik. Biz evde olsak belki dışarı çıkmayacaktı. Keşke, diyoruz, birkaç günlüğüne alıp kendi evlerimize getirseydik. Keşke, diyoruz, hiç dışarı çıkmasına izin vermeseydik. Keşkeler uzayıp gözyaşlarımıza karışıyor ama hiçbiri İsis'imizi geri getirmeye yetmiyor. Sarhoşun biri gecenin bir yarısı sırf kendini daha iyi hissetmek için hız yapıyor. Yolda bir kediye çarpıyor, öldürüyor ve umursamadan yoluna ve kendini tatmin etmeye devam ediyor. 
İnsanın bencilliği, kalbindeki kötülüğü dünyadaki en tatlı varlıklardan birini alıp götürüyor.

Yine de, diyoruz, kısacık da olsa İsis, dünyalar tatlısı oğlumuz, hayatımızda yer aldığı için çok şanslıyız. Onu tanımamak, hayatımızdaki en büyük eksiklik olurdu.

Onun sıcaklığı, masumluğu ömrüm boyunca bana insanlığın kötülüğünü anımsatacak.

Hikaye bitti.
Keşke hiçbir hikaye hüzünlü bitmese..
Ama gerçek hayat, bu.


Hoşça kal İsis..

Avusturya/ Viyana izlenimleri


Bratislava tren istasyonunda treni beklerken Erbilli bir Kürt arkadaşla tanışıyoruz,  bir saatlik kısa bir yolculukta pek muhabbetimiz olmasa da Viyana'ya girince bize çok yardımcı oluyor.  Metro hattı çok karışık ve elimizde daha önce yine Gerze'de ağırladığımiz Mira' nın adresi. Erbilli arkadaş ısrarla eve davet ediyor,  bizi ise Mira bekliyor. Sağolsun ineceğimiz durağa kadar bize eşlik ettikten sonra gecenin bir vakti nereye gidecegimizi bilmeden kalıyoruz. Bir pizzacı görüp birer pizza yiyelim derken abi Türk çıkıyor hem pizzadan para almıyor hem de adresi bulmamızda yardımcı oluyor. Mira, Viyana Üniversitesi'nde müzik öğrencisi,  odasında bir sürü enstrüman. Gerze 'de erkek arkadaşıyla birlikte 2 gece ağırlamistik. Bu yolculuk biraz iade-i ziyaret gibi oldu. Görüşmeyeli yaşamımızda değişen şeylerden bahsediyoruz. Mira annesi ile Hindistan'a gitmiş,  bir ay kalmış. Annesi 1960'li yıllarda Viyana'dan Hindistan'a otobüsle yolculuk yapmış bir çocukmus o zaman. Şimdi de annesi 62 yaşındaymis ve hala Hindistan yollarında. Mira'nın Hindistan fotoğraflarına bakıyoruz;  inekler, filler, tapinaklar, rengarenk kıyafetler... Gece epey ilerlemiş fotoğraf bakarken bir yandan da Bratislava'dan getirdiğimiz şarabı içiyoruz. Mira'nın sade bir kahvaltısıyla güne başlıyoruz. Mira görülebilecek yerler konusunda haritadan gerekli işaretlemeleri yapıyor bize. Şehre indigimizde devasal tarihi binaların içine düşüyoruz. Her yan tarihi bina, yavaş yavaş tarihi binaları anlamlandirmaya başlıyoruz. Restorasyonda olan devasal bir kilisenin etrafında dolaşıyoruz,  belediye binasının içini dışını geziyoruz,  çok görkemli bir bina. Belediye binasının dışına dev bir ekran konulmuş ve Viyana Film Festivali'nin afişleri her yanda aynı zamanda dans festivalinin afişleri de.


Etrafını tavaf ettiğimiz kilise


Viyana Belediye binası

Viyana Belediye binasının içi



Belediye binasının iç avlusu


Viyana aklımızda hep sanatsal aktiviteleri ile meşhur bir şehir olarak vardır ya gerçekten de öyle. Parlamento binası karşımıza çıkıyor, sonra Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminden kalma saraylar,  müzeler.


parlamento binası

evrim müzesi




yine dış cephesi restorasyon olan bir kilise

İmparatorluk döneminden  kışlık saray, şimdi Başbakanlık çalışma ofisi


Tarih müzesinin fiyatı 50 TL idi hem o parayı vermek istemedik hem de bir günümüz müzede geçsin istemedik. Geçen yaz Moskova ve Petersburg'da o kadar çok müze  ve kilise gezdik ki, çok farklı eserler olmasına rağmen müze gezmek, kilise gezmek cezbetmiyor. Bir de müze gezmek ciddi bir tarih,  sanat tarihi, din tarihi bilgisi gerektiriyor.  Eğer böyle bir birikimin yoksa belli bir süreden sonra her eser aynilasiyor. Bir günde yüzlerce eser izlemek, anlamlandirmak ve o eserlerin sende çağrışım oluşturması da ciddi bir zaman, zihinsel ve duygusal emek gerektiriyor. Kendimi de bu emeği harcayabilicek güçte hissedemedim. Müzelerin dıştan görüntüsü ile yetindik. Tarihi binaların hepsi birbirine yakın bölgedeydi.  Bir çoğunu görme fırsatımiz oldu. Binalar çok görkemli,  binaları ayakta  tutan sütunlar çok estetik, binaları süsleyen heykeller çok gerçekçi ama belli ki yine kralların iktidarının simgesi için herşey. Kendine dair naif bir ruh bulmak çok mümkün değil. Bulman da çok mümkün değil,  zaten kraliyet kendi gücünü göstermek için yaptırmış bu sarayları. Bu güçle de halkı sustursun,  ezsin diye. 500 yıl sonra bile bu  binalar görkemiyle seni eziyor. Kralların kışlık sarayının bahçesinde oturuyoruz bir süre. Şimdi Başbakanlık çalışma ofisi olarak kullanılıyormus. Öyle göze çarpan bir güvenlik önlemi yoktu. Herkes bahçesine yayılmış kendi keyfince aktivitelerinde. Biz de öyle.  Evet,  az daha bahsetmeyi unutuyordum. Beni en çok heyecanlandıran Kelebekler Evi oldu. Okumuştum bir yerlerde ama nerde, nasil bulacağımiza dair bir fikrimiz yoktu. Derken ansızın karşımıza çıktı.  Önünde kokteyl tarzı bir düğün,  düğünün kalabalığınin arasından geçiyoruz.  Camdan bir sera ve envai çeşit kelebek. Kimseler yok. Yalçın'la ikimiz keyfimizce dolaşıyoruz. Kelebekler üstümüze konuyor. Sonra anlıyoruz ki düğün için mekân kapatılmış ve masaları sonradan dışarı çıkarmışlar ve biz de böyle bir anda girmişiz. Normal zamanda girseydik hem ücret ödeyecektik hem de bir turist guruhu ile gezecektik. Çok keyifli oldu böyle.


camdan sera


camdan sera

onlarca kelebekten biri

bbirbirinden farklı kelebekler

Bu da siyah ve mavi

Akşam Mira'nın evinin yolunu tutuyoruz.  Mira sabah Hollanda'ya yola çıkacak,  onun hazırlığında. Iki ev arkadaşı daha var. Viyana'da oda kiralaniyormus.  Mira bir oda için 1000 TL gibi bir ücret ödemiş. Oda kiralayanlardan biri erkek, hiç tanışmadik. Diğeri de Ispanyolca öğrencisi genç  bir kadın. Yani kızli-erkekli kalabiliyorlar.  Hatta ev sahipleri aynı evi kızli-erkekli kiraya verebiliyor.  Bizde cinsellik gerçekten ciddi bir sorun. Cinselliğimizi dinsel ve kültürel baskıdan sıyrılıp yaşayamadigimiz sürece  iki cins yanyana geldiği sürece hep cinselliği düşünecegiz. Zaten toplumun geneli olarak düşünebildigimiz bir şey var mı? Ülkedeki taciz, tecavüz oranları da bunu göstermiyor mu? Avrupa'da ergenlik ile birlikte cinsellik baskı olmadan yaşandığı için insanlar çok daha farklı uğraşlara yönelebiliyor. Mira sabah erkenden Hollanda yolculuğu için çıkmış, bizi de ilerleyen saatlerde ev arkadaşı uğurladı. Evin yanında bulunanan büyük bir parka kahvaltılık malzemelerimizi alıp gidiyoruz. Büyük bir ıhlamur ağacının altında kahvaltı için oturuyoruz ama öyle huzur verici ki ortam saatler geçiyor. Bizim gibi parkın derin huzurlu ortamına kapılan birçok insan var. 




parkta yeşillikler arasında kahvaltımızı yaparken


Sırt çantalarımizi yüklenip yola düşüyoruz. Şehirde tarihi binaların arasındayız. Toplu taşıma araçlarına ücretsiz olarak bindiğimiz için tramvaya atlayıp etrafı göre göre gidelim istiyoruz. Tuna Nehri'nin olduğu yöne giden bir tramvaya atlıyoruz. Nehir şehrin bir hayli dışında. Nehrin kıyısında 11.  Afrika kültür festivalinin içine düşüyoruz. Yemek, içmek, dans, giyim, müzik, spor standlari ve etkinlikleri. Hatta bir bölgede develerle bile geziyorlardi. Nehrin kıyısına oturup akşam yemeği için makarna hazırlıyoruz. Nehirde yüzenler, nehrin diğer kıyısından gelen tam tam sesleri ile süren büyük bir grubun performansı. Bir hayli keyifleniyoruz.

Tuna Nehri'nde etkinlikler

akşam yemeği hazırlıkları

akşam yemeğimiz

 Bir ara buraya kamp atsak ve bir geceyi Afrika kültürü içinde geçirmenin hayalini kuruyoruz. Ama gece için Prag'a otobüs biletimiz var.

4 Ağustos 2015 Salı

Slovakya/ Bratislava izlenimleri


Ormanları ve gölleri gördüğümüz 3 saatlik bir tren yolculuğundan sonra Bratislava'dayiz. Yine son anda Couchsurfing'den davetimizi kabul eden Katarina'nın adresini bulmak için epey bir dolanıyoruz. Katarina güleryüzlü bir şekilde bizi karşılıyor. Kendisi bir o kadar güzel ve bir o kadar samimi. Katarina'ya vardigimizda öğleden sonraydi,  biraz dinlendikten sonra birlikte şehri gezmeye çıkıyoruz, hafta sonu olduğu için şehrin sokakları sakin.  Etrafı izleye izleye yarım saat yürüyerek eski şehre variyoruz.  Çok sakin, çok insancıl, sanatsal, barışçıl bir kent. Huzurluyum. Neyin ne olduğunu bilmeden gezmek ve şehri hissetmek istiyorum. Tarih insanı ezmiyor burda. Hatta tarihsel dokuyla bir bütün olabiliyorsun. Bazı binaların avlularini geziyoruz,  avlularinda heykeller var genelde,  ahşap kapıların zanaatkar ustaligini inceliyoruz,  eski evlerin camlarına,  kapılarına yapılmış iç ısıtan resimleri izliyoruz. 



Binaların avlulari,  Katarina ve Yalçın

Binaların altından geçen sokaklar,  Katarina ve ben

Zanaatkarların emektar ellerinden çıkan kapılar


Heykel Cumil

Şehir insanı dinlendiriyor. Bahçeli, eski eşyalardan dekorasyonu olan bir bara oturuyoruz. Katarina sempatik ve konuşkan. 'Work away' adlı organizasyondan bulduğu Antalya Çıralı'da bir hotelde ve Bodrum'da bir ekoloji çiftliğinde eylül ayında 2'ser haftalık gönüllü çalışma planından bahsediyor.   Barınma ve beslenme karşılığında çalışmış olacak ve o yerin kültürünü tanıyacak. Farklı bir deneyim olsa gerek. Devasal çınarlarin altına atılmış ahşap masa ve sandalyelerle peşi sıra gelen barlar. Insanlar hafta sonu tatili rahatlığında. Çınarlarin altı esiyor ve biz efil efil yürüyoruz.

Çınarlarin altında barlar


 Tuna Nehri'nin üstündeki köprülerden birindeyiz. Tuna Nehri eski şehrin dışında, eski şehre kattığı çok bir anlam yok. Kendi halinde üzerinde sevimsiz birkaç köprüyle akıyor. Akşamı bu sevimsiz köprülerin birinin üzerinde karşılıyoruz. Üstümüzden altımizdan trafik akıyor.

Tuna Nehri'nde akşam üstü


 Evin yolunu tutuyoruz, yürüye yürüye. Katerina soslu, peynirli makarna yapıyor bir de yanına kofala. Kofala kolanin farklı bir çeşidi. Katerina ' nın samimiyetinden kendimizi evimizde gibi hissediyoruz. Insanin sarilasi ve öpesi geliyor. Yorgunuz, kozel biralarımızı içip yatıyoruz. Sabah yine güleryüzlü bir günaydın :) Özenle kahvaltı hazırlıyoruz. Farklı bir kahve makinesi ile Slovakya kahvesi içiyoruz. Bizi evin yakınında içinde göl olan, gölün içinde Ördekler, balıklar, kaplumbağalar olan bir parka götürmek istiyor Katerina. Birlikte yürüyor,  izliyor, oturuyor, dondurma yiyoruz. Parklar Avrupa'da bize göre çok daha fazla anlam ifade ediyor; koşanlar, bisiklete binenler,  piknik yapanlar, bikinileri ile güneşlenenler, uyuyanlar, uzanıp kitap okuyanlar, sevişenler, köpeğini gezdirenler, bebeğini gezdirenler, yogo yapanlar, jimnastik yapanlar, futbol, voleybol, hentbol, frizbi oynayanlar,  içki içenler... Kimse de kimseyi taciz etmiyor. Eylemler uzayıp gidiyor,  bizde ise kültürel baskı dolayısıyla bu eylemlerin sayısı yarıya düşüyor. Bizdeki durum oldukça can sıkıcı. Katerina parktan eve biz de eski şehre geçiyoruz. Burda da toplu taşıma araçları kişinin oto-kontrolune bırakılmış.Biz de ise böyle bir oto-kontrol sorumluluğu yok. Risk alıyoruz her defasında (kişi başı 40€ kadar), yakalanmazsak kardayiz, yani beleş. Bu alginin eğitim durumu ile ilgisi yok, genlerimize işlemiş her şeyi ucuza getirmek. Bratislava'da da yakalanmiyoruz. Tramvayla şehri seyrede seyrede eski şehre geliyoruz. Birkaç kiliseye giriyoruz,  pazar ayini  var, kaleye çıkıyoruz Tuna Nehri ve arkasındaki devasal apartmanlar keyifsiz. Bratislava'da tüm gezilecek yerlerin öneri listelerini bir kenara bırakıp, bir söğüdün altındaki banka oturup söğüdün sallanan dallarını dinlemeyi, bir taş duvara sırtimızı yaslayip etraftaki binaları izlemeyi,  vintage dükkanları gezmeyi, çınarlarin altında bira içmeyi tercih ediyoruz.

taş duvarların ve taş sokakların keyfi


Bir de tütün keyfi

Bratislava sokaklarından

Bratislava sokakları

Şenlendirilmis bir bina kapısı

bir galerinin balkonu

harika, kapı

sokakların samimiyetinden


Bu şehir sadece dinlenmeli ve hissedilmeli gibi. Biz de onu yaşıyoruz. Akşam üstü Katerina ile bakır cezvesinde Slovak kahvesini Türk kahvesi biçimiyle pişirip son kahvemizi içip fallarimiza baktiktan sonra vedalasiyoruz,  biraz hüzünlü bir vedalaşma. Katerina'nın ruhu da tıpkı Bratislava ' nın ruhu gibi insanı sarıp sarmaliyor.  Edip Cansever'in dediği gibi:

İnsan yaşadığı yere benzer  
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer  
Suyunda yüzen balığa  
Toprağını iten çiçeğe  
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine  
Konyanın beyaz  
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer  
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir  
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları  
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına  
Öylesine benzer ki  
Ve avlularına  
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)  
Ve sözlerine   
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)  
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer  
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne  
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına  
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına  
Minibüslerine, gecekondularına  
Hasretine, yalanına benzer


Hoşçakal güzel şehir...