Translate

5 Ağustos 2016 Cuma

Paltolu Konak 'ın Paltolu Gezginleri

Bir yıl boyunca Paltolu Konak'ta dünyanın birçok yerinden gezgini ağırladıktan sonra nihayet bizim de paltolarımızı (sırt çantalarımızı) alıp yollara düşme zamanımız gelmişti. İlk etkinliğimiz Gerdak (Gerze Dağcılık Kulübü) olarak başlıyor: Verçenik tırmanışı. Yedi kişi Murat Hoca'nın transportırına doluşup Gerze'den yola çıkıyoruz. Ben transportırın arkasındaki yatağa kitabımı alıp çekiliyorum, değmeyin keyfime. Okurken uyuya kalmışım. Samsun'da Decathlon 'un önünde durunca uyanıyorum. Spor malzemesi eksiklerimizi tamamlamak için Decathlon'a giriyoruz. Kışlık malzemeleri yedeklerken gökkuşağı renkli iplerden dokunmuş tropikal ruhu olan bir hamak görüyorum, harika. Dışarı çıktığımızda yağmur boşalmış. Tekrar yola koyulduğumuzda yağmur doğuya kayıyordu, biz de öyle. Sanki yağmuru takip ediyorduk. Radyodan çalan sanat müziği eşliğinde, bir ev sıcaklığı ortamında yolumuza devam ediyorduk. Terme'de yemek molası için durduğumuzda sanki bir şelalenin altından geçiyorduk. Neyse ki boşalan yağmur kısa süre sonra kesildi, yoksa sele gidecektik. Ordu'da trafikten çıkamamışız saatlerce, ben yine arkada uyuyordum fark etmemişim. Trabzon'da Samsun'dan gelen üç arkadaşla buluşacaktık, birbirimizi kaçırınca Rize'de bir alış-veriş merkezinin önünde birbirimizi yakaladık, içki yasağına birkaç dakika kaldığı için grup olarak içki raflarına saldırıp, sepeti doldurup kasaya geldiğimizde bir dakika ile içki yasağına takıldık. Nasıl bir moral bozukluğu anlatamam. Her şey aksamalı, gecikmeli ve ters gidiyordu. Hem ramazan hem kandil hem de Rize'nin muhafazakar sosyal ortamındaydık. Neyse ki Pazar'da bu koşullar altında bize içki verebilecek bir tekel bulabildik ve idare edecek içkimizi stokladık.


Zil kale tarafında Fırtına Pansiyon'a vardık, grup arkadaşlarımızın pansiyon sahipleriyle çok öncesine dayanan dostluk bağlarının samimi atmosferinde nefeslendik. Pansiyonun girişinde uzun bir masada alkolle yorgunluğumuzu hafifletirken muhabbet de yolunu bulmaya çalışıyordu.

Dağınık bakışlara rağmen yolunu bulmaya çalışan muhabbetimiz

Pansiyonun, doğa ve gündelik yaşamın tarihsel araç gereçleriyle bezenmiş insanı içine çeken çok hoş bir dokusu vardı. Kargalaklar -doğanın yaratıcılığının heykelleri- camların geniş denizliklerine dizilmiş, hedikler -kara batmadan yürünebilen ayakkabılar- duvarlara asılmış, örülmüş çoraplar, kasetler, eskiden kullanılan tarım, eğitim, tıp araçları eski dolaplara konulmuş... Ekmek tekneleri, toprak testiler ve odun sobasının yanmamasına rağmen ortama kattığı sıcaklık...

pencerenin denizliğinde doğanın heykelleri


Tango yapan bu çifti hepiniz takdir edersiniz herhalde


Kara batmadan yürünebilen ayakkabılar; hedik


Anadolu'nun tarihsel süreç içinde günlük yaşam kültürünü yansıtan nesneler

günlük yaşamın teknik araç gereçleri


Fırtına Pansiyon'un oturma salonu

Ah! saatlerce o ortama bakıp o objelere dair öyküler oluşturabilirdim. Herkes kendi uyku köşesine çekiliyor, biz de Yalçın'la Fırtına deresi kıyısında kurduğumuz çadırımıza. Sabaha kadar derenin şırıltısında mışıl mışıl uyumuşuz ve erkenden dinç bir ruhla doğanın içine uyandım. Gece bütünsel olarak algılayamadığım etrafı keşifle güne başladım.


Gece fark etmeden çadırımızı kurduğumuz ortam


pansiyona ait bir oda


eski bir kapının pansiyon duvarına kattığı güzellik

çok zorlasak bale yapan iki kadın diyebilir miyiz?

Fırtına'nın coşkusu, pansiyonun sıra dışı ruhu... İnsan elinin ve fikrinin mekana değmesine rağmen insan ve doğanın birbirini besleyen kompozisyonu. Kahvaltı sonrası bizi almaya gelen dolmuş ile Fırtına Pansiyon'dan ayrılıyoruz.


Fırtına Pansiyon'un sahibi olan çiftin bir ressamın fırçasında kazandığı anlam

Pansiyon sahibi çift, tıpkı bu resme konu olan doğaya uyumlu günlük yaşam sakinliklerinin içinden bizi uğurluyorlar. Hemşince müzik eşliğinde, dağların, yeşilin, derelerin arasından büyülerenerek tırmanıyoruz. Zirvelerden gelen küçücük dereler, yamaçlarda. Öpesin gelir o derecikleri, turuncuya çalan gelincikleri... Ağaçlar bitiyor, yeşil ot tabakası başlıyor, ot tabakasının üzerinde sürüler, gencecik çobanlar...


dağlar bizi bekliyor

yanından geçtiğimiz köpüklü dereler...


şapkasıyla eteğiyle dağlara sığınmış bir kadın ve acısından eriyor

Verçenik yaylasının yolun bittiği noktada iniyoruz, sırt çantalarımızı yüklenip tabanlara kuvvet bundan sonra.


Verçenik yaylası geride kalıyor
Yeşil örtü bitiyor Verçenik yaylasından sonra , 2600 rakımda, kayaç başlıyor ve bizler de sırt çantalarımızı yüklenip daha önce gelmiş arkadaşları ve babaları -ilk defa öğreniyor ve görüyorum, yolu gösteren daha önce geçenlerin üst üste koyduğu taşlar- takip ederek yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Sırt çantalarıyla yürümek tam bir baş belası, patika da yok. Belli bir süreden sonra doğal süreçlerinde üst üste yağılmış devasal kayaların üzerinden dik bir açıyla tırmanmaya başlıyoruz. Ben artık evrimleşmenin iki ayaklı zirvesinden gerileyip dört ayaklı bir varlığa dönüyorum. Ne kendimi ne de sırtımdaki çantayı kaldırabiliyorum. O devasal kayaların yanından, yine devasal kayaların arasından ve kardan köprülerin altından dere akıyor ama biz birbirimize yardım ederek ilerleme derdindeyiz. Uzun ve yorucu bir tırmanıştan sonra ilk gölü görüyoruz. Yaşasın! İkinci gölün kıyısındaki düzlükte çadırlarımızı kuruyoruz. Kapılı Göller. Göllerin hepsi birbirine ince bir akışla bağlı. Etrafımız, bir daire şeklinde karlı kayaçlı dağlarla çevrili. Sanki bu dağlarla çevrili daireden çıkmamız için ikinci bir Ergenekon destanını yazmamız gerekecek. Pansiyodan ayrılır ayrılmaz ne cep telefonu ne internet kapsama alanında. Verçenik yaylasında dolmuş şoförü de bizden ayrılınca on kişi, çantamızdaki sınırlı sayıdaki araç gereç ve vahşi doğayla baş başa kalıyoruz. Bundan sonra 2800 rakımda yaşamaya çalışacağız. Buzul gölleri, karlı dağlar ve rengarenk çadırlarımız. Ilk yemeğimizi yapan Yalçın, sebzeli makarna yapıyor. O yorgunluğun üzerine harika gidiyor. Yalnızlık ve ıssızlığın içindeyiz.


Kapılı göllerde kamp alanımız
Üçüncü göle akşamüstü yürüyüşü yapıyoruz. Göl kıyısında her taşa bir insan. Göle rakı çalınsa da rakı çoğalsa düşü kuruyoruz. Nasıl olsa Nasreddin Hoca'nın torunlarıyız. Kayaların, karların, taşların suda yansıması. Doğa... Sanki doğanın sessiz sesini sonsuza kadar dinleyebilirsin.


göle rakı çalma düşü... ya tutarsa...
Akşam yavaştan çöküyor. Isınmak için bir ateşimiz bile yok. Ateşi gürül gürül yaktığımız kamplar geliyor aklımıza, meğerse ne kadar da lüks kamp deneyimleriymiş. Etrafta ağacı bırak çalı çırpı bile yok. Isınmak için dans edelim istiyoruz. Küçük bir dans seansı ve ardından küçük bir koro denemesi. Karanlık, soğuk çökmüş. Aldığım tropikal esintili hamağı asacak bir ağaç bulamadığım için bir Kızılderili battaniyesi gibi sırtımı, omuzlarımı, belimi soğuktan korumak için kullanıyorum. Doğada oturan bir Kızılderili; Küçük Tüy'üm sanki. Soğuğa dayanmak mümkün değil, çadırlarımıza çekiliyoruz. Üçüncü gölden ikinci göle akan dereceğin şırıltısı dibindeki çadırımızda uykuya geçiyoruz.
Bir an evrenin sonsuzluğu, Dünya gezegeni ve Karadeniz coğrafyasında devasal dağların arasındaki zerre kadar varlığımız beni ürpertiyor. Zihnim Google Earth gibi sonsuzluktan bir noktaya düşüyor ve ürküyorum. Sabah neyse ki uyandığımda ürküntüm kaybolmuş ve taptaze bir doğaya uyanmıştım.

Verçenik zirveye gidecek arkadaşların hazırlıklarını yapıyoruz, onları uğurladıktan sonra kalan dördümüz çadırlarımıza dönüyoruz.
Verçenik zirve için yola koyulan arkadaşlar
Uzaklardan gelen yırtıcı kuş sesleriyle birkaç saatlik uyku. Taş soframızda kahvaltı. Kahvaltı esnasında küçük fareler bir delikten çıkıp bir deliğe giriyordu. Farelerin yemek arayışını izledik.
taş soframızda kahvaltı
Güneş öyle bir ısıtıyordu ki güneş kremlerimizi sürüp güneşlendik. Yalnız hava saniyeler içinde değişiyordu. Sis geliyor ve bir anda donuyorduk. Zaman geçiyor ve aklımızda zirveye giden arkadaşlarımız. Gözümüz dağlarda, belli bir süre sonra sürekli kayaları taramaktan halüsilasyon görmeye başladık. Başka yere bakmak istiyoruz ama yok gözümüz gelecekleri yöndeki kayalarda. Evet, belli bir süre sonra devasal kayaların ortasında hareket eden küçücük renkleri fark ettik. Çorba koyduk ateşe. Onlar inene kadar çorbamız pişti. Zirve maceraları Verçenik 1- GERDAK 0 olarak sonuçlanmış. Ama hiç önemli değil, onlar bizim gönlümüzün zirvesindeydiler. 3400'e kadar çıkmışlar. İki arkadaş beklemeye karar vermiş. Diğer arkadaşlar 100 metre kar üzerinden iple yatay geçiş yapmışlar. 200 metrelik kayanın önüne gelip orayı tırmanamayacaklarını anlayınca dönmeye karar vermişler. Geldiklerinde çorba içtik hep birlikte, vücutlarındaki ateş biraz sönsün diye etrafı karla kaplı buz gibi buzul göle atladılar. İşte o an onları kıskanmamak elde değildi. Güneş gitti sisle birlikte çember yaptık, ortamızda yanan bir ateş hayal ettik, bir kızıl alev yanıp söneydi o bile içimizi ısıtacaktı.

Doğa ve doğada yaşayabilmek için sınırlı sayıda araç gerecimiz, birbirimiz ve sözcüklerimiz var. Rakım ve rakının yaratıcılığında birer sözcük söyleyerek şiir yazmayı deniyoruz. Absurdleştikçe gülüyoruz, güldükçe ısınıyoruz. Ateşimiz yok ama sözcüklerimiz var. 3. Yeni şiir akımını oluşturmanın eşiğindeyiz. 1. ve 2. Yeni şiir akımları politik olayların toplumsal yaşamı sıkıştırdığı noktada doğmuştu 3. Yeni akımı da doğadaki yoksunluğun içinden doğmak üzereydi. Ama inanıyorum, bir gün, rakımı yüksek, rakısı bol bir zirvede GERDAK'ın içinden 3. Yeni akımı doğacak. Hüseyin Doktor'un yaptığı sebzeli bulgur pilavı üzerine, vazgeçemediğimiz şehir tartışma konularını yine gündeme getiriyoruz: kadın sorunu, Kürt sorunu, bilimsel bilginin neliği... Kendimize geldiğimizde ya niye bunları tartışıyoruz, doğadayız ve doğanın keyfini çıkaralım diyerek her birimiz ayrı bir köşeye akşamın aksını izlemeye çekiliyoruz. Sırtımı bir kayaya verip karşımdaki devasal kayaçtaki insan portrelerinin anlattığı hikayeleri dinliyorum. Sis geliyor, her yer kapanıyor ve soğuyor etraf. Soğuk, çok soğuk. Dışarıda durmanın imkanı yok. Erkenden uyuyoruz. Su sesinde uyku. Erken yatınca erkenden de güne başlıyoruz. Kapılı göllerdeki çadırlarımızı toplayıp tekrar kayaçlara vuruyoruz kendimizi.
ilk kamp alanımız Kapılı Göllerden ayrılıyoruz
Tatos gölüne doğru sırt çantalarımızla yolculuğa başlıyoruz. Sert bir iniş sonrası, güldür güldür akan bir derenin içinden geçerken ayaklarım sırılsıklam. Dereden maşrabama su doldurup dağların şerefine kaldırıyorum. Hey, özgürlük! Verçenik yaylası gözüküyor, biz oraya varmadan yukarı vuruyoruz. Tırmanış sonrası vardığımız çukurda Verçenik zirve tüm ihtişamı ile karşımızda.

arkamızda Verçenik Zirve
Küçük küçük gölcükler geçiyoruz, bin bir çiçekli yaylalar...
Yaşar Kemal'in dediği gibi: "Dünya bin bir çiçekli bahçe."

küçücük derelerden geçiyoruz
Adalı gölü geçiyoruz. Göllere yansıması vuran karlı dağlar.
Adalı göl
Uzun, yorucu bir yokuştan sonra Tatos aşıtına geliyoruz, 3000 metrede bizi cıvıl cıvıl kuşlar karşılıyor. İlk defa kuş sesi duyuyoruz. Aşıtta sis bastırıyor ve Tatos gölüne siste hiçbir şey görmeden iniyoruz. Gölün kıyısına vardığımızda gölün üstündeki buzları fark ediyoruz. Gölün buzlarının son tabakaları kalmış. Çadırlarımızı kurup ekmek arası sucuğumuzu yedikten sonra yağmur çiseltisi hızlanıyor, çadırlarımıza girmek ve zorunlu olarak öğle uykusuna geçmek zorunda kalıyoruz. Uykumuzun arasında yukardan kopan ve yuvarlanan bir taş sesiyle fırlıyorum çadırdan. Dışarı çıktığımda etraf sis, bir şey göremiyorum ama kopan kayanın sesi hala geliyor. Çadırlardaki diğer arkadaşları uyarırken kopan taş gelip çadırın birkaç metre gerisinde duruyor, neyse ki çok büyük değilmiş. Ama birkaç dakika da olsa yaşattığı korku bana yetiyor. Çadırın tentesine vuran çiseltilerin sesiyle siestaya devam. Hava biraz müsaade etseydi de nasıl bir yerdeyiz görebilseydik.
sisin açılmasını bekleyen biz
Akşamüstü sis yavaştan dağılıyor. Sağımızda yükselen yalçın kayaların sisten kurtulmuş zirvelerini görünce ürküyorum. Göle hafiften dağların yansıması vuruyor ve yansıma büyüleyici.

sise rağmen manzara büyüleyici
Gölün etrafındaki sis hafiften kalkınca karşı kıyıdan kara bir gölgenin kayalıklarda dolaştığını görüyoruz. Yalçın sisin içinden karşı kıyıya geçmiş ve bağıra bağıra Can Yücel'in "Aç" şiirini okuyor. Etraftaki eko kesilince şiirin bittiğini anlıyoruz ve bizden de karşı kıyıya bir alkış gidiyor. Dakikalık hava geçişleriyle etrafımızdaki dağları bir görüyoruz bir kaybediyoruz. Barbunyalı makarna, yumurta ve soğandan yaptığımız piyaz ve Hüseyin Doktor'un etraftan topladığı tere tadı olan otlardan yaptığı nefis salata. Dağ yaşantısında yaptığımız doğaçlama yemek denemeleri harikaydı.Yağmur, yemek yememize müsaade etti. Yemek sonrası hem yağmur hem karanlık hem soğuk dışarıda eyleyebilmemizi çok olanaklı kılmıyor. Herkes çadırına dağıldı, az çadır taşıyalım, yükümüz hafif olsun diye biz üç kadın bir çadırda kaldık. Etraf sakindi, sadece doktorların çadırından rakı gülüşmeleri geliyordu, tam dalmışız ki altımızdan matlar kaydığı için kadın arkadaşlar birbirinin üstünde uyuduğunu fark etti. Bir gülme de bizim çadırdan koptu. Artık geceyi toparla toparlayabilirsen. Hüseyin Doktor hala rakı içiyormuş, sesimizi duyunca komşu çadır ziyaretine gelmiş. Muhabbet, harf oyunları, kahkaha... Yalçın sesimizden rahatsız olmuş, çadırı baskına geliyor. Muhabbet biraz daha sürdükten sonra herkes dağların ve sisin ıssızlığında uykuya çekildi. Sabah 04.30'da uyandığımızda etraf pırıl pırıldı, dağlar ve göl, yansımalar harika bir tablo oluşturuyordu. Bu eşsiz tablonun içinde çadırlarını toplayan biz küçücük varlıklar...

Malzemeleri toplandıktan sonra bir şeyler atıştırıyoruz ve dün gece bizim çadırda yapılan bir yoga duruşu muhabbetinin iddiasını gerçekleştirmek için göl kıyısında iki arkadaş yerlerini belirliyor. Yoga eğitimi alan arkadaşımız ile çocukluktan beri zaten o yoga duruşunu amuda kalkmak olarak gerçekleştiren arkadaşımızın iddiasına tanıklık ediyorduk. Bu iddianın kazananı tartışılamazdı. Çocukluğun bilgisi ve deneyimi galip gelmişti. Artık kervanın yola düzülme zamanı, şöyle bir arkaya baktığımızda birçok şeyi geride bırakmıştık. Halk dansları, küçük bir grupla koro denemesi, şiirler, öykü oluşturma oyunları, yoga duruşu denemeleri ve bol kahkaha...

Ha bir de dört kişinin Tatos gölüne renkli kağıtlara yazıp bıraktığı dilekleri...

renkli kağıt ve renkli yazılarla Tatos'ta kalan dileklerimiz

Çantalar yüklenildi, tek sıra halinde gölün kıyısından yola koyulduk. Tatos gölünde yansımalar. İçimde garip bir burukluk, kendimize ve doğaya yabancılaşmış bir yaşamı yaşadığımız şehre geri dönecek olmanın burukluğu ve huzursuzluğu.

Tatos gölünde sıra sıra yola düşmüşüz
Emine ile en arkada yürüyoruz. Emine ile şehir yaşamında çok bir paylaşımımız olmuyor ama doğadaki coşkumuz, hüznümüz, sevgimiz birbirine çok benziyor ve birbirini çok besliyor. Doğadan ayrılıyor olmanın hüznüyle kaç çiçeği öpüp kaç küçük derenin akışına şaşırıyoruz bilemiyorum. Emine ile doğadan ayrıntıları birbirimize göstererek yürüyoruz, daha doğrusu yürüyemiyoruz.

Günlerdir doğanın içinde olmamıza rağmen her akış her renk her biçim bizi şaşırtıyor. Nazım'ın şiiri düşüyor aklıma..
Ve dünya öyle büyük,
öyle güzel
       öyle sonsuz ki deniz kıyıları
her gece hepimiz
       yan yana uzanıp yaldızlı kumlara

yıldızlı suların
       türküsünü dinleyebiliriz...

Yaşamak ne güzel şey
               TARANTA-BABU
                              yaşamak ne güzel şey…

Anlayarak bir usta kitap gibi
bir sevda şarkısı gibi duyup
bir çocuk gibi şaşarak
                      YAŞAMAK...
Yaşamak:
birer birer
       ve hep beraber
                 ipekli bir kumaş dokur gibi...
Hep bir ağızdan
              sevinçli bir destan
                              okur gibi
                                        YAŞAMAK...

Niye bu kadar güzel, bu kadar sonsuz bir gezegeni paylaşamıyoruz? Bu savaşlar ne için? Şehirlerdeki üretim ve sömürü ilişkisi. Emeğin naifligi ve ezilmişliği. Bu çelişki ne zaman sona erecek? Oysa barış içinde özgürce, dans ederek, şarkı söyleyerek yaşamak mümkün. Doğadayken bunu daha iyi anlıyorsun, doğa da zaten bunu sana söylüyor. Ah! Dünyanın başına bela olan iktidar hırsı. Bir yanda doğanın güzelliği bir yanda toplumsal çelişkiler.

Sonra derelere bakıp "su akar yolunu bulur" diyorsun. Belki kafandaki sorulara cevap veremediğinden.

köpüklü dereler...
Küçücük ama güzeller güzeli çiçekler, devasal dağlar ve içinde ne kadar küçüğüz. Ama insan o lanet olası aklıyla kendisini dünyanın merkezine öyle bir koymuş ki sanki her şey onun için. Oysa sen de bu sonsuz döngünün küçücük bir parçasısın. ..
Bazen öyle acıların içinde boğuluyoruz ki belki de böyle zamanlarda bu dağ başlarındaki papatyaları düşünmek lazım, akan dereleri, otlayan koyunları, parıl parıl parlayan yıldızları... Bu dönüş yolculuğu çok iyi geldi bana. Doğa muhteşem, iç dünyam da öyle ve hiç bitmeyebilir bu anlar. Bu dönüş yolculuğu içsel bir yolculuk oldu, Emine ile yaşadığımız ve büyüttüğümüz.

İnsan bu güzelim çiğ damlalarını anlarca izleyip ruhunu sağaltabilir

yaşadığımız dünyada bu küçücük mutluluklar da var, sık sık hatırlamalı bunları
Kale yaylasına geldik, ahıllar, ahıllarda koyunları sağan çobanlar... Sahi, bayram bu sabah, çobanlarla bayramlaştık.

günlerden sonra başka insanlar, Kale yaylası ve  bir bayram sabahı

görünen Kale köyü ile müthiş bir yolculuğun sonu
Kale köyünün içine yürüdük. Dağdan inen halimizle bizi karşılayan bir Hemşinli, sanırsın ki bayram misafirleriyiz, masa kuruluyor, çaylar, tereyağlı un helvası, baklavalar...

bir bayram sabahı ziyareti
Köy evine girdiğimde Sümbül Ana kümbetin üzerinde bayram yemeklerini pişiriyordu, ben de yediklerimizin içtiklerimizin bulaşıklarını yıkıyorum. O arada mıhlama yapalım mı, teklifini ediyor. Çok sevdiğim için çok seviniyorum. Ama bizi almaya dolmuş gelmiş, bulaşıklar da yarım kalıyor mıhlama düşü de. Fırtına Pansiyona iki saate yakın yolumuz var. Hemşin ezgileri ve eşsiz doğanın doyum olmayan keyfi ile Fırtına deresinin kıyısındaki Fırtına pansiyondayız. Pansiyonun eski bir okul binası olduğunu öğreniyorum ve daha bir seviyorum. Büyülü bir yolculuk bitti.

Fırtına Pansiyonun sahibi Selçuk ve Hüseyin Doktor'un katkılarıyla, tüm yayla ve zirveleri barındıran Kaçkarlar

ve bizim yolculuğumuzun rotası, bu güzelim kara kalem el çizimi haritayı mahvettim, üzgünüm

Rize'ye kadar dört arkadaş gidiyoruz. Bir öğle yemeği sonrası ben ayrılacağım. Yemek yemeğe oturduğumuzda şehirden, kalabalıktan afallıyoruz. Doğada güldüğümüz, eğlenceli halimiz gitmiş yerine kekeme, yabancı, şehire uyum sağlamaya çalışan bireyler gelmişti. Neyse ki bu halimize çok tanıklık etmek zorunda kalmadık, ben ayrıldım arkadaşlardan.

Umut vadeden bir ekiptik, inanıyorum ki şişe dolu rakılarla başka rakımlarda bizden halay ekipleri, korolar, 3. Yeni şiir akımı ve yoga ekipleri çıkacak. Emeği, bilgisi, varlığı, deneyimi ve coşkusu ile bu paylaşımlara güzellik katan gezginlere teşekkürler. Çok şey öğrendim.

Ve Heraklitos ateşe işaret ederken ne kadar haklıymış...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder