Translate

19 Nisan 2015 Pazar

Bahçede Bir Bahar Günü - Asma Çardağı ve İlk Mangal

18.04.2015


Güneş ve yağmurun dönüşümlü çalıştığı bir bahar günü.

İsis, kendini bahçeye atmak için sabırsızlanıyor. Ben de öyle..




Böyle davetkâr bir manzaraya karşı koymak imkansız.

Çıkıyoruz.

Saçlarımız bir güneş kokuyor, bir yağmur.

Dünyanın en güzel kokusu, diyorum içimden.



İsis, bahçeye çıkar çıkmaz koşuyor ağaca.

Çıkarken bir bakış atıyor, manidar. "Siz misiniz beni dışarı çıkarmayan, inmeyim de görün!" 

Hava, İsis'le aynı fikirde değil. Yağmurun vardiyası geldi.

Bahaneyle erik ağacının altına sığınıyorum. En son çocukken yedim olmamış eriklerden. Yumuşak çekirdeğinin acımsı tadını özlemişim. Hiç ayıklamaya çalışmadan atıyorum ağzıma. 

Canım İzmir'imin çağlasına gidiyor aklım bir anda. Kemeraltı'ndan Kıbrıs Şehitleri'ne varana kadar fiyatı 2 lira artan, bol tuzlu, mis gibi çağla.. Kalbi Ege'de kalanlardanım. Geziniyorum Kordonboyu zihnimde.

Çağla meyvesi


Bu bahçe, büyülü bir evren. Uzay ve zamanda yolculuğa çıkarıverir adamı böyle.

Yağmur iyiden iyiye hızlanmış. İsis, çıktığı ağaçtan inemiyor. 
Yüzüme bakıyor. "Şey... Az önce söylediklerimde ciddi değildim. BENİ - HEMEN - EVE - GÖTÜR! Tekrar ediyorum: BENİ - HEMEN - EVE - GÖTÜR!"

Uzun uğraşlar sonucu, İsis ağaçtan atlamayı öğreniyor.
Islanmış. Hemen kucağıma alıp kuruluyorum ve eve bırakıyorum. Hiç itiraz etmiyor.

Bu sırada güneş tekrar vardiyasına başlıyor. İsis gibi bahçenin içinde bir o yana bi bu yana zıplamaya başlıyorum.



Karahindiba çiçeği

Karahindibayı görünce bu defa çocukluğumun ilk anılarına gidiyorum. Tanıdık bir sima var: Yağız. İlk arkadaşım. Birlikte, benim ananemin evinin ve onun annesinin dükkanının bulunduğu ana caddenin arka tarafındaki arazide karahindibaları toplayıp toplayıp üflüyoruz. Ben 4-5, o 6-7 yaşlarında. Karahindiba'nın adını bilmiyorum o zaman. Yağız'a, toplayıp üflemeye devam etmek istediğimi anlatmaya çalışıyorum, ama beceremiyorum. "O yuvarlak şeylerden istiyorum." diyorum. Tamam, gel benle, diyor. Beni annesinin dükkanına götürüyor."Anneeaa, Bensu topitop istiyooooo!" diyor. Çok utanıyorum. Yanlış anlamış ya da işine öyle gelmiş! Ne yediğim topitoptan bir şey anlıyorum, ne de aklımdan karahindibaları çıkarabiliyorum. Yağız'a olan öfkem içimde patlıyor. Bir daha karahindibaların yüzüne bakmıyorum. Yıllar sonra aşık olacağımızı bilmiyoruz. Yıllar sonra hâlâ, yerine getirmeyecek bile olsa, her isteğime tamam diyeceğini henüz bilmiyorum.  Yıllar sonra, "o yuvarlak şeye" karahindiba dendiğini öğreniyorum.


İlerliyorum...




Bahçede doğal ile doğal olmayanın savaşı var. 

Büyük Zaman Savaşı. 

Doğa kazanıyora benziyor.

Doğal olmayan, güçsüz.

Doğal, eninde sonunda kazanacak.

Bu görüntü bana mutluluk veriyor. Kendimi bu savaşı fotoğraflamaya adıyorum. Güneş, gururlanıyor. Gücünü gösterircesine daha bir parlıyor. Saçlarımı okşuyor. Üzgünüm, doğal olmayan, güneş nerede ben orada.

Zihnimin bir köşesinde bu şarkı, bir savaş fotoğrafçısı edasıyla ilerliyorum.

Il me semble que la misère
Serait moins pénible au soleil

***
It seems to me that the misery
Would be less painful with the sun

***
Güneşin altında
Daha kolay katlanabilirim






Doğa, insanın ayıbını örtmeye çalışır gibi.





Ben bahçede romantik romantik dolaşırken, diğer köşesinde hummalı bir çalışma var.

Yarın otları temizlemeye traktör girme ihtimaline karşı, yerlerde kendine yol bulmaya çalışan asmayı kurtarmak için yine doğadan malzemelerle çardak yapılıyor. Arada göz atıyorum, bana ihtiyaç yok gibi görünüyor. Yalçın ve Yağız işi gayet iyi götürüyor. Ben, Büyük Zaman Savaşı'nı fotoğraflamakla uğraşırken yapım aşamasını fotoğraflamayı unutuyorum.

Fakat asma hep bir elden çardağa yerleştirilirken yakalıyorum.

İşte son hali...


















Fotoğraflarda Yalçın Cnbc-e sansürlü. :)

Bu sırada, Yalçın'ın blogda fotoğraflarıyla yer almaktan rahatsız olduğunu öğreniyorum. Elif'e ültimatom vermiş, artık paylaşılmayacakmış. Yanlış anlayarak blogu komple yasakladığını sanıyorum. Bu sebeple biraz üstüne giderek, tek başımıza böyle kararlar alamayacağımızı söylüyor ve fotoğraf çekmeye devam ediyorum. Sanırım bozuluyor. Ya da bozulmuyor, bilmiyorum. Bir şey söylemek güç, hem de yasak.



Bahçede hayallere dalmaya devam ediyorum...
Bir yandan da sohbet ediyoruz.




İnsan sonsuza dek burada kalabilirmiş gibi hissediyor.
Mesela başımı kaldırdığımda böyle bir manzarayla karşılaşıyorum. 
Bu gizemli bahçe, hâlâ görmediğim yüzleri olduğunu hatırlatıyor. 


İlerleyen saatle birlikte Yağız'la aklımıza bahçenin ilk mangalını yapmak düşüyor. Elif ve Yalçın'a söylüyoruz, onlar da hemfikir. Böylece hazırlıklara girişiyoruz. Alınacaklar alınıyor. Bahçede bir köşe beğeniyoruz. 

Bahçenin çeşitli yerlerinden üzerine oturabileceğimiz taşlar seçiyoruz. Yağız'a kocaman bir taş göstererek "Şunu alsana." diyorum. Bana göre dünyanın en normal cümlesini sarfediyorum. Tabi alay konusu oluyorum. Sanırım demesi kadar kolay değil.

 Ateş yakılıyor.
Ateş biraz nazlı. Uğraştırıyor bizi. 
Ama yılmıyoruz.

Bahçenin ilk mangalı
Hava yavaş yavaş kararırken, mangal başında sohbetimize devam ediyoruz...



Bu sırada Esat abi, bahçeye misafir oluyor, sohbetimize sohbet katıyor.

Işığımız yok. Böyle bir gecede, tepemizde yapay bir ışığın olmasını istemiyoruz. 
Bu yüzden, bir yandan sohbet ederken
bir yandan da defne yapraklarını ateşe atarak sönmesine izin vermiyoruz.




Biz konuşurken bahçenin asıl sahipleri hakları olanı almaya geliyorlar. 
Ve gitmiyorlar... :)





Bu göğün altında saatler geçiyor, farketmiyoruz.

Birimizin gözü saate takılıyor:
00:30.

İstemeye istemeye kalkıyoruz.

Burnumuzda bahar gecesinin ateşte yanmış defneyle karışık kokusu...

Yine güzellikler üstümüze başımıza sinmiş.

Yine mutluyuz, hep beraber.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder