Translate

13 Ağustos 2015 Perşembe

Konaktan Hüzünlü Bir Hikaye


Size insan olmanın hikayesini anlatacağım. 

Nasıl dünyanın, belki de evrenin en korkunç türü olduğumuzu. 

Hazır mısınız?

O zaman başlıyoruz...


Elif ve Yalçın yokken konakla ve İsis'imizle ilgileniyorduk. 

İsis, hayatımda gördüğüm en tatlı kedi. Yapacak çok işim de olsa, bütün dünya da beni beklese sadece mamasını vermek için girdiğim zamanlar bile yanında saatlerce kalmam için beni cezbediyor.

İsis'in hayatımıza nasıl girdiğini bilmeyenler için kısa özet geçeyim önce. Konağa kedi almak istiyoruz. Elif, biriyle konuşmuş, birkaç ay sonra kedisinin yavrularından birini verecek. Bu sırada İsis'le çok tesadüf bir şekilde yollarımız kesişiyor. Daha minicik. Karnı aç, üşüyor. Elimi uzatıyorum, kafasını sürtmekte bir an bile tereddüt etmiyor. Gözlerinin içine bakıyorum, o anda kalbim ısınıyor. Kucağıma alıyorum, gurgurlamaya başlıyor. Yere bırakıyorum ama gitmesini de istemiyorum içten içe. Yağız'a bakıyorum. Şakayla karışık, Elif'e götürelim mi, diyorum. Götürelim, diyor. Kucaklayıp gidiyoruz. Yol boyu kucağımda masum masum etrafı izliyor. Elif kapıyı açar açmaz kucağımda onu görüyor, ben de Elif'in yüzündeki aydınlanmayı saniye saniye ağır çekimde izliyorum. O artık konağın kedisi. Bütün gün mutluluktan gurgurluyor.
Kısa olmadı farkındayım.

İsis'e kendi ellerimle yaptığım tasmasını ilk taktığımız an.



Şimdi size son bir ayda geliştirdiğimiz ritüellerimizi anlatacağım.

 Önce konağın bahçe kapısının demir sesini duyar duymaz her neredeyse koşarak geliyor, çıngırağından anlıyoruz. Onun o heyecanla koşmasını izlemek, dünyanın en keyifli manzaralarından biri. 
İsis, küçücük haliyle hep dünyanın enlerini yaşatıyor bize. 
Sonra kapının önüne geldiğinde hiçbir zaman beceremediği miyavlamasını yapıyor. İncecik cılız bir miyavlaması var. Miyavlama demek bile güç. 
Diyor ki, sana kızamıyorum ama keşke daha erken gelseydin. Seni çok özledim, diyor. 

Bazen normalden de uzun ayrı kaldıysak, ağlamaya başlıyor. Arada kafasını kaldırıp yüzüme bakıyor. 
Ne senin bu kadar gecikmene sebep oldu bilmiyorum ama umarım değmiştir, diyor. 
Kızmıyor, küsmüyor, sadece üzülüyor. Üzülmesine ben de üzülüyorum, beraber ağlıyoruz. 

Seni asla bırakmayız, diyorum ona. Ve söz bir daha bu kadar gecikmeyeceğim. Ama hayat bu, olur da gecikirsem emin ol senin için mutlaka geri geleceğim, diyorum. 
Suratıma bakıyor. Öpücük istiyor. Öpücük veriyorum. 
Tamam, diyor, sana güveniyorum. 
Ve ağlamayı kesiyor. 

Bu sırada bir yandan mama yiyoruz. Yalnız yemekten hoşlanmıyor. Başından ayrılırsam peşimde dolaşıyor evin içinde. Asla diğer kediler gibi diretmiyor, miyavlayarak bunaltıp istediğini yaptırmıyor. Adımlarımı izliyor ve olur da mamasının yanına doğru gidersem koşarak geliyor. O halini gördüğümde ise dayanamıyor, karnı doyana kadar başında duruyorum. 

Sonra sevilme seansımız başlıyor. 
En uzun seansımız bu. 
Dört gözle beklediğim, dört gözle beklediği seansımız bu. 
Yere uzanıyor, geriniyor, göbeğini açıyor bana doğru. 
Diyor ki, karnım doydu ama ruhum hâlâ aç. Beni sevmek ister misin biraz, diyor. 
Diyorum ki seni sevmemek için zaten kendimi çok zor tutuyordum. Seni sevmemek için bir insanın ruhu olmaması lazım, diyorum. 
Göbüşünden kafasına, patilerinin arasına kadar her yerini seviyorum. 
Çok mutlu oluyor. 
O mutlu halini gördükçe yanından ayrılmaya kıyamıyorum. Kanepeye uzanıp kitap okuyorum, o da önce yün ipliklerden oluşan sevgilisine gidiyor, sonra yanıma gelip yalanma seansına başlıyor. 
İşi bittiğinde ilgimin kitapta olmasına biraz üzülüyor, yüzüme bakıyor. Eğer dalıp farketmezsem bu kadar ilginç ne okuduğumu merak edip o da okumaya karar veriyor ve kafasını kitapla arama sokuyor. Olur da kitabı kenara koyarsam üstüne oturuyor. 
Diyor ki, rahatsızlık vermek istemiyorum ama belki iyice yayılırsam kitabı göremez ve unutur. 
Ben de mutlu olsun diye kitabı görmezden geliyorum. 









                   

        
 
                

     
   


İsis ve Yağız karşılıklı uyuyor.


Sonra beraber bahçeye çıkıyoruz. Sulanması gereken sebzeler var. 
Suyu açıyorum, o zaten nereye gitmesi gerektiğini biliyor. Suyun başına koşuyor. Akan suyla oynamaya, kayan hortuma atlamaya bayılıyor. 
Oyun seansımız başladı. 
Ben ise her seferinde bahçedeki otları kesme, ağaçları budama, bahçeyi düzenleyip paletlerden oturma alanı yapma ve yaşam alanı kurma planları yapıyorum. Başka işlerden ve yazın rehavetinden yapamıyorum tabi bir türlü. 
Sulama işi bitince eve doğru yollanıyorum. 
Şıngır şıngır peşimden geliyor İsis. Birlikte tekrar eve giriyoruz. 
İsis biraz daha mama yemeye karar veriyor. Hüzünlü bakışlarıyla karşılaşmamak için o mama yerken sessizce çıkıyorum evden. Her seferinde içim parçalanıyor. 
Bazen kapının arkasından cılız sesiyle miyavlıyor. 
Üzülme, diyorum, yarın mutlaka geri geleceğim. 
Biliyorum ama keşke gitmesen, diyor. 
Ben de hep yanında kalmak isterdim ama yapılacak sıkıcı insan işleri var, diyorum. 

Bir gece İsis'i mutlu etmek adına konakta kalıyoruz. Bütün akşam yanımızda uyuyor. 















Sabah kapısından içeri girerek miyavlıyor.  
Günaydın, diyor. 
Ohoo daha uyuyor musunuz tembeller, diyor. 
Gece dışarı çıkmış. 
Gelip popusunu göbeğime koyarak kıvrılıp yanıma yatıyor ve uyuyor. Bir yandan da sevilmek istiyor. Ben de bir yandan uyuyup bir yandan seviyorum. Uzun zamandır en mutlu olduğu gün. 
Sonra çıkıyoruz, çok işimiz var o gün. 
Kahvaltı yaparken Alman couchsurferlardan mail geliyor. Konakta kalmak istiyorlarmış. Elif'le konuşuyoruz, ilgilenmenize gerek yok, hatta İsis'le de ilgilenirler, diyor. Tamam o halde diyoruz. 
Ertesi gün geliyorlar. Konakla, bahçeyle, İsis'le ve Gerze'yle ilgili kısa bilgiler verip ayrılıyoruz. 
Biz konuşurken İsis gelip suratıma bakıyor, bunlar da nerden çıktı, diyor. Siz de mi beni bırakacaksınız yoksa, diyor. 
Kucağıma alıp öpüyorum. Almanlara arada sevmelerini tembihliyorum. Sevgisiz yapamaz, diyorum. 
Bir an önce duş almak istediklerini söylüyorlar. Rahatsız etmemek için hemen ayrılıyoruz. 
İsis'le klasikleşmiş seanslarımızı yapamıyoruz. Bizle birlikte çıkıyor o da. 
Biraz hayalkırıklığına uğramış görünüyor. 
Biz ilerlerken kapının önünde oturmuş miyavlıyor arkamızdan. 
Şaka mı bu, diyor. Şaka olmalı, geri geleceksiniz değil mi, diyor. 
Kuzummm, diye sesleniyorum,  merak etme geleceğiz. Seni asla bırakmam, biliyorsun, diyorum. 
İkna oluyor ama üzgün yine de. 

Ertesi gün Armin'e mesaj atıyorum ve İsis'i soruyorum. 
Görmedik, diyor. 
Yabancılardan rahatsız oldu, girmedi herhalde eve diye düşünüyorum ama endişeleniyorum. Küsüp gider diye korkuyordum hep zaten. Akşam tekrar soruyorum. Yok, diyorlar. Sabah gelmediyse akşam zaten gelmez diye düşünüyorum. Ama kapıda biraz ses çıkarmalarını ve gelirse haber vermelerini istiyorum. Yine gelmediğini söylüyorlar. Ertesi gün gideceklerini öğreniyorum. Yarın gidip kendim bakarım, diyorum kendi kendime. 
Ertesi gün ilk işim konağa gidiyorum. Diyorum ki benim kokumu kesin alır ve o bildiğim en güzel seslerden biri olan çıngırağını çınlatarak koşarak gelir. 
Gelmiyor. 
Kulağım mutsuz. 
Bekliyorum gelir diye, saatler geçiyor gelmiyor. Endişeyle Yağız'ı arıyorum. O da endişeden ders çalışamıyor ve çıkıp geliyor. O da evi ve sokakları tekrar arıyor. 
İsis yok. 
Facebook, twitter ve instagram'dan İsis'in fotoğraflarını paylaşıp yardım istiyorum. Gören olursa haber versin diyorum. 
Biri dün sabah konaktan çok uzak bir yerde gördüğünü söylüyor. Atlayıp oraya gidyoruz. Etrafındaki bütün sokakları tek tek dolaşıyor, yolumuza çıkan herkese haber bırakıyoruz. 
İsis hâlâ yok. 
Konağa geri dönüyorum. Sanki orada durursam hissedip gelecek gibi geliyor. 
Saatlerce kapının önündeki bankta oturuyorum. Geceyarısı oluyor, görüldüğü yerden eve dönebileceği güzergahları gezerek tekrar arıyoruz. 
Endişe dorukta. 
Bu arada Elif ve Yalçın İsis'i soruyor, söylemek zorunda kalıyorum. 
Aslında gezileri mahvolmasın diye İsis gelene kadar söylemeyecektim ama yalan söyleyemiyorum. Elif metroda yol boyu ağlıyor. 

Ertesi gün uyanır uyanmaz tekrar konağa gidiyorum. Belki yolu bulmuştur bugün diye düşünüyorum. 
Hayalkırıklığı yaşıyorum. 
Kayıp ilanı hazırlıyorum ve en çok insan geçen yerlere asıyorum. Bir tane de konağın önüne asıyorum. Mahalledeki ve yoldan geçen herkes İsis'i tanıyor ve çok seviyor. Belki onlar da yardımcı olur diye..

 Son afişi asarken telefon geliyor. 
Heyecanlanıyorum. 
Konağın önündeki afişi görmüş tahmin ettiğim gibi.


Hikayenin sonuna yaklaştık. 
Buraya kadar hayvan olmanın naifliğini, basit mutluluklarını, hayatının basitliğini ve zararsızlığını, başka türleri ne kadar mutlu ettiğini vs. anlatmaya çalıştım. 

Bundan sonrası, insan türünün ne kadar gereksiz, faydasından çok zararı olan, şeytani, kötü, duygusuz, aptal, bencil ve yıkıcı olduğunu anlatacağım kısım.

Telefondaki adam, İsis'i aradığımızı farkettiği için araması gerektiğini düşünmüş. 
İsis'i mahallede ölü bulduğunu, bulduğunda kafasında kan olduğunu, çöpe kendisinin verdiğini söylüyor. 
Emin misiniz, diyoruz. Belki bir yanlışlık vardır, belki İsis değildir, kırmızı tasması var mıydı, diyoruz. 
Adam İsis'i mahalleden zaten tanıdığını söylüyor ve tasmasının en ince ayrıntılarına kadar tarif ediyor. 
Yıkılıyoruz. 
Ağlıyoruz. 
Ama hâlâ bir şüphe var içimizde. Belki değildir, belki başka kırmızı tasmalı bir kedidir. 
İnanamıyoruz. 
Böyle tatlı, uysal, duygusal bir kedinin sonu bu olamaz diyoruz. Çünkü o dünyanın en tatlı kedisi ve böyle bir kediyle bu şekilde vedalaşamayız. 
Birkaç saat sonra bir telefon daha geliyor. Yan komşu karşı sokakta araba çarptığını ve kendisinin gördüğünü söylüyor. Hem de onu en son gördüğümüz, Almanların geldiği günün gecesi.
 Kahroluyoruz. Lanet ediyoruz. 
İnsana ve insanlığa, bencilliğinin yarattığı zararlara, aptallığına, insan beyninin ürettiği arabalara, arabaları aptallara satan ve kullanma ehliyeti veren sisteme, her şeye küfür ediyoruz. 
O andan sonra daha çok ağlamaya başlıyoruz. 
Gözümün önüne yüzü geliyor, kulaklarım miyavlamaya benzer cılız sesini hatırlıyor, kahroluyorum. 
Hangi kedi öpücük almak için başını dudaklarımıza değdirir diye diye ağlıyoruz. 
Sonra kendimizi suçlamaya başlıyoruz. Keşke, diyoruz, Almanlara bırakıp gitmeseydik. Biz evde olsak belki dışarı çıkmayacaktı. Keşke, diyoruz, birkaç günlüğüne alıp kendi evlerimize getirseydik. Keşke, diyoruz, hiç dışarı çıkmasına izin vermeseydik. Keşkeler uzayıp gözyaşlarımıza karışıyor ama hiçbiri İsis'imizi geri getirmeye yetmiyor. Sarhoşun biri gecenin bir yarısı sırf kendini daha iyi hissetmek için hız yapıyor. Yolda bir kediye çarpıyor, öldürüyor ve umursamadan yoluna ve kendini tatmin etmeye devam ediyor. 
İnsanın bencilliği, kalbindeki kötülüğü dünyadaki en tatlı varlıklardan birini alıp götürüyor.

Yine de, diyoruz, kısacık da olsa İsis, dünyalar tatlısı oğlumuz, hayatımızda yer aldığı için çok şanslıyız. Onu tanımamak, hayatımızdaki en büyük eksiklik olurdu.

Onun sıcaklığı, masumluğu ömrüm boyunca bana insanlığın kötülüğünü anımsatacak.

Hikaye bitti.
Keşke hiçbir hikaye hüzünlü bitmese..
Ama gerçek hayat, bu.


Hoşça kal İsis..

4 yorum: